Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

21 Ekim 2012 Pazar

Zümrüt Tablet – The Emerald Tablet



Zümrüt tabletlerinin tercümesi ve tarihçesi


Zümrüt tablet: Avrupa’lı okültist akımların düşüncelerini dayandırdıkları kısa bir metindir. Yazılı ilk kaydına 800 yılında Abdulkadir Geylani’nin “Kitab-ı Sirr Al Asrar” (Sırların Sırrı) kitabında rastlanmaktadır. 1140 yılında Johannes Hispalensis tarafından Latince’ye çevrilmiştir. 14. yüzyılda simyacı Ortolanus tarafından “Hermes’in Sırrı” adıyla şerhedilen metin, bundan sonra simyanın gelişimi üzerinde etkili olmuştur. Zümrüt Tablet’in Tercümesi:


1. Hiç yalan olmadan doğrudur, kesindir ve çok gerçektir.
2. Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir, ve birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler.
3. Ve bütün her şey bir olandan geldiğinden, bir olanın düşüncesinden gelmiştir. Böylece her şey bu tek olandan uyum sağlayarak çıktı.
4. Güneş onun babasıdır, Ay annesidir. Rüzgar onu karnında taşımıştır, Toprak beslemiştir.
5. Dünyanın bütün gücünün babası budur. Onun gücü eğer toprağa dönerse her şeye yeter.
6. Toprağı ateşten ayıracaksın, sübtil olanı kalın olandan; bu büyük bir maharetle olmalı.
7. Topraktan gökyüzüne çıkacak ve yeniden toprağa inecek, ve yukarıda ve aşağıda olanın gücünü alacak. Bununla bütün dünyanın zaferi senin olacak, bunun için bütün karanlık senden uzaklaşacak.
8. Bu bütün kuvvetlerin en kuvvetlisi; çünkü her sübtil şeyi yenecek, her katı şeyin içine girecek.
9. Dünya da böyle yaratıldı.
10. Hayranlık verici biçimler bundan çıktı, bunların ortamı buradadır.
11. Bu yüzden bana Üç Kere Büyük Hermes denir, çünkü bütün dünyanın felsefesinin üç bölümü de bana aittir. Güneş’in yaptıkları hakkındaki söylediklerim böylece bitiyor ve tamamlanıyor.

Açıklama
«Hiç yalan olmadan doğrudur , kesindir ve çok gerçektir.»
Metin öncelikle söylenenlerin doğru olduğunun ve yalancı bilimlerle ilişkisinin olmadığının söylenmesi ile başlar. Bu bir anlamda kendini doğrulamaktır. Burada “çok gerçektir” ifadesi de anlamı kuvvetlendirmekte, belki de eski nitelemeler düşünüldüğünde Güneş’e atıfta bulunulmaktadır. Güneş ve onun sembolize ettikleri “en gerçek” olarak kabul edilmektedir.
«Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir , ve birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler. »
Daha sonra ise Yukarıda olan ile aşağıdaki olanın birliği vurgulanarak dönemin en önemli ezoterik yasası ifade edilmektedir. Bu aynı zamanda astrolojiye de temel teşkil etmektedir. Buna göre macrocosmos ile microcosmos arasındaki bağlantı kesindir ve ikisine de hükmeden Tanrısal yasalardır. Bu tanrı’nın bir mucizesinin görüntüsüdür.

Bu ifadenin bir başka yorumu da aslında burada filozof taşından söz edildiği şeklindedir. Bu taş yukarı ile aşağısı arasında , başka bir deyişle insan ile tanrısal özü arasında bir ilişkiyi belirmektedir. Bu ise her şeyin bir olmasından, başka bir deyişle insanın tanrıdan çıkması mucizesinden olanaklı olmaktadır. Öyle ise bu yoruma göre aslında Simyanın ana amacı olan Filozof taşı ortaya konmuş olmaktadır.
«Ve bütün her şey bir olandan geldiğinden , bir olanın düşüncesinden gelmiştir. Böylece her şey bu tek olandan uyum sağlayarak çıktı. »
Burada ise her şeyin Tanrı’dan ya da Tanrısal tözden geldiği bir kere vurgulanarak yaradılış ifade edilmiştir. Bu ifadelerdeki anahtar sözcükler meditatio ve adaptatio’dur. Meditatio derin düşünmeyi ifade eder ancak buradaki anlamıyla , bir eylemi ifade etmekte ve Tanrı iradesini belirtmektedir. Adaptatio ise daha anlamlıdır. Adaptatio , adaptasyon, uyarlama anlamına geldiği için, tek olandan uyum içinde çıkmak , zaten bu tek olanın içinde her şeyi barındırdığını ve uyarlanarak varolan her şeyde bulunabileceğini göstermektedir.

Resim
Simya yorumunda ise tek olanın materia prima olduğu ve bir takım işlemlerden sonra başka şeylere dönüşebildiği söylenmektedir.
«Güneş onun babasıdır, Ay annesidir. Rüzgar onu karnında taşımıştır, Toprak beslemiştir.»
Bu ifade daha da semboliktir. Güneş ve Ay birleşmesi Simyada kutsal birleşmeyi sembolize ettiği gibi Güneş ateşi, Ay da suyu sembolize eder. Böylece dört element düşüncesi burada yerini bulmuş olur. Güneşin baba olması ise tanrısal yaratıcı gücü belirtmektedir.
«Dünyanın bütün gücünün babası budur. Onun gücü eğer toprağa dönerse her şeye yeter. »
Buradaki ifade de telesma sözcüğü farklı anlamları ifade edebilmektedir. Bazı yorumlarda irade/güç anlamına gelmekte , bazı yorumlarda da mükemmelliği göstermektedir. Her iki anlamda da tanrısal töze atıfta bulunduğu açıktır. Tanrısallığının farkına varmış insan toprağa dönerse , yani maddede her şeye gücü yetebilecek durumda olur.
«Toprağı ateşten ayıracaksın, sübtil olanı kalın olandan ; bu büyük bir maharetle olmalı. Topraktan gökyüzüne çıkacak ve yeniden toprağa inecek , ve yukarıda ve aşağıda olanın gücünü alacak . Bununla bütün dünyanın zaferi senin olacak ; bunun için bütün karanlık senden uzaklaşacak.»
Burada ezoterik düşüncenin temel prensipleri açıkça ortaya konmuştur. Yukarıda da açıkladığımız gibi, Tanrısallığının farkına varmış insanın madde üzerinde kontrolü olanaklı olabilir. Ancak bunun için sübtil olan kalın olandan ayrılmalı , yani ruh maddeye olan esaretinden kurtulmalıdır. Bu ancak kendi nefsimizden kurtulacağımız inisiyasyon ile olanaklı olmaktadır. Maharet buradadır. Tanrısal tözünün farkına varan gökyüzüne çıkmış olur , ancak yine maddi aleme dönerek , maddeye hükmederek , yaşamına devam etmeli ve bu dünyada alacaklarını almalıdır. Artık bundan sonraki hayatta , bu aşama bir kere geçildikten sonra karanlıklar uzak olur.

Bu düşünceyi Nicolas Valois şöyle ifade etmektedir : “Solvite corpora et coagulate spiritum “. Türkçe ifadesiyle, bedeni çöz, ruhu pıhtılaştır , anlamına gelen bu ifade de ruhun bedenin esaretinden kurtularak evrimleşeceğini belirtmektedir.
Ancak bütün düşüncelerde varolan ruhun bedenin esaretinden kurtulduktan sonra madde yokmuş gibi yaşamak değil, kişinin bunun farkına vararak günlük yaşantısına devam etmesi esastır.
Metin, bundan sonra yaradılışın da bu şekilde olduğunu ve her varolanda Tanrısal tözün varolduğunu söyleyerek son bulur.

http://otherworldmystery.com/wp-content/uploads/2010/12/hermes-emerald-tablet.jpg
Zümrüt Tablet Metinin Tarihi
Hermetik yazılar içinde en önemlisi kuşkusuz Zümrüt tablettir. Orta Çağlardan bu yana bu metin bir çok okültistin dikkatini çekmiş, farklı yorumları yapılmıştır.
Metinden ilk olarak Albertus Magnus, De Mineralibus adlı eserinde bahseder. Buna göre Hermes’in mezarı İskender tarafından bulunmuş olup tabletler burada açığa çıkmıştır.
En yaygın söylence, bu tabletlerin, Hermes’in lahitinin olduğu yerde, ellerinin arasında bulunmuş olduğudur. Burada sembolik bir ifade kullanıldığı da varsayılabilir. Tabletlerin Zümrüt olması önce bu taşın Hermes’ e ait bir taş olduğunu akla getirmektedir, ancak zümrüt yeşil rengi ile ekini sembolize ettiği gibi, okült gelenekte bilgelik sembolü olarak da kullanılmıştır. Bu tabletlerin içeriğinin hermetik bilgelik olduğu düşünülürse bu yazıların zümrüt tablet üzerine yazılmış olmasının anlamı daha iyi gözükür. Zümrüt Hıristiyanlık’da da inancı sembolize etmiştir.
Hermetik yazıların bir çoğu Helenleşmiş Mısır’a aittir. Bu yazıların da orijinal Yunanca metninin varolduğu varsayılmış, ancak bugüne kadar eksiksiz metin bulunamamıştır. Sadece yirmiye yakın Arapça versiyona rastlanmıştır.
Zümrüt tablet hakkında elimizde olan ilk versiyon Tyan’lı Apollonios’a aittir. (Apollonios Arapça metinlerde Balinus olarak geçer.) İsa’dan sonra birinci yüzyılda yaşamış olan Apollonios Yeni-Pitagorasçı filozoflar arasında önemli bir yer tutmakla birlikte, döneminde okült bilgisi ile de tanınmıştır. Ayrıca büyü ve simya üzerine kitapları vardır.
Apollonios’a atfedilen en önemli kitaplarından biri de “Yaradılış’ın Sır Kitabı”dır. (Kitab-ı Sırrı Al-Halika). Bu kitapta Zümrüt Tablet metninin bir versiyonu bulunmaktadır. Bu kitabın Sagiyus isimli bir din adamı tarafından Altıncı yüzyılda Arapça’ya çevrildiği söylenir, ancak orijinal Yunanca metin bulunamamıştır.
Kitabın giriş kısmı oldukça ilginçtir. Bu kısmın bir bölümünde bu yazıları nasıl bulduğunu Balinus kendi ağzından anlatır :

« Yaşadığım yerde tahta bir sütunun üzerine dikilmiş bir heykel vardı. Sütun üzerinde şu yazılar okunuyordu : “Ben kendisine ilim verilmiş olan Hermes’im; eserim önce herkese açıktı, ancak daha sonra, benim kadar bilge biri tarafından yeniden bulunsun diye, sanatımı sakladım.” Heykelin göğsünde ise eski dilde yazılmış şu yazılar vardı : “Eğer birisi varlıkların yaratılışının sırlarını merak ediyorsa ayaklarımın altına baksın”
Herkes bu heykeli görmeye gelirdi ve ayaklarına bakıp bir şey bulamazlardı. Ben ise , küçük , zavallı bir çocuktum .
Fakat büyüyünce, kuvvetlenince , göğsünün üzerindeki yazıyı okudum ve anlamını kavradım. Ve hemen sütunun altını kazmaya başladım. Toprağın altında içine güneş ışığı girmeyen karanlık bir geçit buldum. Burada bir meşale de yakmaya çalışmak da boşunaydı , çünkü sürekli esen rüzgar buna izin vermiyordu.
Karanlık yüzünden keşfettiğim yere giremiyordum, ve rüzgarın gücü ışığın yanmasına izin vermiyordu.
Tedirgin bir uykuya daldığımda yüzü bana benzeyen bir ihtiyar karşımda belirdi ve bana seslendi : “Kalk Balinus ve yeraltına gir; bu yol seni yaratılışın sırrına götürecek ve Doğa’nın nasıl oluştuğunu göreceksin”
“Karanlık hiçbir şeye izin vermiyor ve ışık rüzgara dayanmıyor” diye yanıtladım.
O zaman bana dedi ki : “Balinus , ışığını şeffaf bir kabın içine koy, böylece rüzgardan korunmuş olacaktır. Ve seni karanlıkta aydınlatacaktır. “
Bu sözler benim ruhumu neşe ile doldurdu ve isteğime ulaşacağımı hissettim. Ona seslendim : “ Siz kimsiniz? , bu büyük iyilik için kime minnettarım?”
“ Ben senin yaratıcınım , mükemmel olan! “
O anda neşe içinde uyandım , onun bana söylediği gibi ışığı şeffaf bir kabın içine koydum ve yeraltına girdim.
Orada altın bir tahtın üzerinde oturan yaşlı bir adam gördüm . Elinde zümrüt bir tablet tutuyordu ve tabletin üzerinde “Doğa’nın varoluşu buradadır” diye yazıyordu. Önünde duran kitapta ise “Bütün varolanların yaradılış sırrı ve her şeyin nedenlerinin bilimi buradadır.” diye yazıyordu.
Bu kitabı korkusuzca aldım ve buradan çıktım. Bu Bütün Varolanların Yaradılış Sırrı kitabında yazan her şeyi öğrendim ; Doğa’nın nasıl varolduğunu anladım ve her şeyin nedenlerinin bilgisine eriştim. İlimim beni meşhur etti. Tılsım ve olağanüstü şeylerin bilgilerini öğrendim ; dört elementin birleşmelerini, çekimlerini, itimlerini tanıdım. »



Kaynakçalar:

HERMES TRISMEGISTE , La Table d’Emaurade , Les Belles Lettres, Paris, 1995
EVOLA Julius , The Hermetic Tradition , Inner Traditions International , Vermont, 1994
insanveevren.wordpress.com





19 Ekim 2012 Cuma

Hz. İbrahim (Abraham) Kimdi?


Hz. İbrahim , Tevrat'ta İbranice adı Abraham olarak anılır. Nuhun üç oğlu vardı, bunlar: Sam, Ham ve Yafet'tir. Hz. İbrahim Sam soyundandır, yani Sami ırktandır. Babası Tarah'tır (Azer olarak da bilinir, İbranicesi Terah), kardeşi Haran ve oğulları İsmail ve İsak'tır. Tevrat'ta göre Sara'nın oğlu İsakın ikiz oğullarından Yakub sonrada İsrail adını alır ve on iki oğullu İsrailoğullarının on iki kavmini oluşturur. Bunlardan onu ortadan kaybolur (günümüzdeki Yahudileri kendilerinin kalan iki kavmin torunları addederler), ancak son günlerde on iki kavim tekrar bir araya gelecek diye bir kehanet vardır. Hz. İbrahim'in Hacer'den (İbranicesi Hagar) oğlu Sara'nın kıskançlığı yüzünden Hacer ve İsmail Mekke'ye yerleşir ve Arapların soyunun ondan geldiği kabul edilir. Aşağıdaki bilgiler oldukça şaşırtıcı bilgilerdir, ama bunları doğrulayacak başka araştırmalar da var. Anlaşılan hemen hemen bütün dinlerin ortak bir kaynağı var.



“Yahudiler Tarihi” Kitabında, Yahudi tarihçi ve ilahiyatçı Flavius Josephus (M.S. 37 - 100), Yunan filozof Aristo’nun “..bu Yahudiler Hint Filozoflardan gelmedirler, Hintliler onlara Kalani derler.” (Kitap 1:22)

Soli’li Clearchus şöyle yazmıştır, “Yahudiler menşei Hint Filozoflardır. Filozoflara Hindistan’da Kalanilar ve Suriye’de Yahudiler denilir. Başkentlerin adı çok zor telaffuz edilir, ona “Jerusalem” (Küdüs) denilir.

Godfrey Higgins "Anacalysis" kitabında (Cilt I, sayfa 400) şöyle yazar. “Seleucus Nicator tarafından İsa'dan üç yüz yıl önce Hindistan'a gönderilen ve yazdıkları gün geçtikçe doğrulanan Megasthenes şöyle diyor: Yahudiler Kalani adında bir Hint kavim veya mezhepti..." 
Martin Haug, Ph.D., "The Sacred Language, Writings, and Religions of the Parsis", ([Zerdüşt/Mecüsi] "Farsilerin Kutsal Dil, Yazı ve Dinleri"- sayfa 16) kitabında şöyle yazar: "Magiler (Zerdüşt ve Mazda rahipleri) dini kitaplarını gökten indirdiği inanılan Abraham'a (Hz. İbrahim) atfederler.
Hindu tanrı Brahma ve eşi Saraisvati ve Yahudi Abraham ve eşi Sarai arasında tesadüfün ötesinde bazı dikkat edici benzerlikler vardır. Bütün Hindistan'da Brahma'ya ait sadece bir mabet olmasına rağmen, bu mezhep Hindistan'ın üçüncü en büyüğüdür.    
Meksikalı yazar Tomás Doreste, "Moisés y los Extraterrestres" kitabında şöyle yazar: "Voltaire Abraham'ın Hindistan'ı terk edip öğretilerini dünyaya yaymak isteyen sayısız Brahman rahiplerden biri olduğunu inanırdı ve bunu kanıtlamak için isim benzerlikleri ve Abraham'ın doğduğu Ur şehrinin İran hududuna yakın Hindistan yolunda olduğunu ileri sürmüştü.
Brahma adı Hindistan'da çok saygındı ve etkisi Fırat ve Dicle nehrine dek yayılarak İran'a sarılmıştı. Farsiler Brahma'ya sahip çıkıp uyarladılar. Daha sonra Tanrının Hindistan'a giden yolun ortasında bulunan dağlık Bactria'dan geldiğini söyleyeceklerdi. (sayfa 46-47.)      
Bactria (kadim Afganistan'ın bir bölgesi) ayrıca Ur-Jaguda olarak bilinen Juhuda veya Jaguda isminde bir Yahudi prototip ülkesinin yeriydi. Ur [Türkçe'de yurt] "memleket veya köy" anlamına gelir. Dolayısıyla, Tevrat'ta Abraham'ın "Keldani'lerin Ur"undan geldiğini yazmakla doğrusunu yazmıştı. "Keldani" veya daha doğrusu Kaul-Deva (Kutsal Kaul) etnik bir grubun değil, Afganistan, Pakistan ve Hint Keşmir'de bulunan Hint Brahman bir rahip sınıfıydı.
"Brahmin Abraham'ın Ioud kavimi Hindistan'daki Oude krallığını terk etmiş veya oradan kovulmuştu ve Mısır'da Goshen veya Güneş Evi, Heliopolis'e yerleştiler ve oraya Hindistan'da terk ettikleri yerin ismini verdiler, Maturea" (Anacalypsis; Cilt I, sayfa 405.)  
"Onun menşei İran dini ve Melchizedek'di" (Cilt I, sayfa 364.)

"Farsiler aynı Yahudiler gibi İbrahim'i kurucuları olarak kabul ediyorlar. Dolayısıyla bütün kadim tarihlere göre Farsiler, Yahudiler ve Araplar Abraham/İbrahim soyundandır (sayfa 85)... Abraham'ın babası Terah'ın aslında Keldani, Kaldi ve Kuldili doğu şehri Ur'dan gelip Mezopotamya'da yerleştiği yazılmakta. Orada bir süre bulunduktan sonra Abraham, Abram ve Brahma ve karısı Sara veya Sarai veya Sara iswati babalarının evlerini terk ettiler ve Kenan ülkesine geldiler. Abraham ve Sara'nın Brahma ve Saraiswati ile aynı oluşu ilk kez Jesvit misyonerler tarafından keşfedilmişti" (Cilt I; sayfa 387.)
Hint mitolojisinde Sarai-Savati Brahma'nın kız kardeşidir. Tevrat İbrahim konusunda iki hikaye vermektedir. İlk hikayede Abraham Firavuna Sarai'yı kız kardeşi olarak takdim ettiği zaman yalan söylediğini açıklar. İkinci hikayede Gerar krallığına da Sarai'yın gerçekten kız kardeşi olduğunu söyler. Ancak kral yalan söylediği için azarladığı zaman, Abraham Sarai'yın hem karısı, hem de kız kardeşi olduğunu söyler: "...o gerçekten kız kardeşimdir. Babamın kızıdır, ama annemin kızı değildir ve karım olmuştur." (Tekvin 20:12)
Ancak benzerlikler burada bitmiyor. Hindistan'da Saraisvati nehrin Ghaggar adında bir kolu vardır. Aynı nehrin ayrıca Hakra adında bir kolu vardır. Yahudi geleneklere göre, Hagar Sarai'ın hizmetçisiydi. Müslümanlar onun Mısırlı bir prenses olduğunu söylerler. Ghaggar, Hakra ve Hagar'ın benzerliklerine dikkat ediniz.    
Tevrat'a göre Hagar'ın oğlu Ismail ve soyundan gelenlerin Hindistan'da yaşadıklarını yazar: "İsmail son nefesini verdi ve öldü ve yakınlarına döndü... Onlar Shur'un yanında ve Asur'a dek Mısır'a yakın olan Havilah'ta (Hindistan) yaşarlardı (Tekvin 25:17-18.). Hem İsak, hem de İsmail adlarının Sanskritçe'den gelmesi ilginçtir: (İbranice) İşak = (Sanskritçe) İşakhu = "Şiva'nın Dostu", (İbranice) İşmail = (Sanskritçe) İş-Mahal = "Büyük Şiva."
Abraham hikayesinin üçüncü şekli on bir "Nuhéa çevirir. Abraham'ın Hindistan'ı terk etmesi bir tufan veya selden olduğunu biliyoruz: "... İsrail'in Rabbi şöyle der, atalarınız, hatta Abraham ve Naçor'un babası Terah bile eskiden tufandan önce yaşadılar ve başka tanrılara hizmet ettiler. Ve babanız Abraham'ı tufandan aldım ve Kenan ülkesinden geçirdim." (Joshua 24:2-3)
Tekvin 25 cariyesi Ketura'nın bazı torunlarından söz eder (Not: Müslümanlar Hagar'ın diğer bir adı olduğunu iddia ederler): Jokşan, Şeba, Dedan, Efer. Nuhun bazı torunları Jokan, Şeba, Dedan, Ofir'dir. Bu farklı şekiller Tevrat'ı yazanların Yahudiliğin farklı dallarını birleştirmeye çalıştırdıkları konusunda düşünmeme sevk etti.
Yaklaşık olarak M.Ö. 1900 yılında şiddetli yağmur ve depremler kuzey Hindistan'ı parçaladığında hatta İnduz ve Saraisvati nehirlerin yönlerini değiştirdikten sonra bazı Hint gruplar tarafından Brahm kültü Orta Doğu ve Yakın Doğu'ya aktarıldı. Klasik coğrafyacı Strabo Kuzey Batı Hindistan'ın terkinin ne denli geniş çapta olduğunu anlatır: "Aritobolus der ki Hindistan'a belirli bir görev için gönderildiğinde, İndus nehrinin yatağını değiştirdiği için köyleriyle birlikte bin şehirden fazla yerin boşaldığı bir ülke görmüştü." (Strabo Coğrafya, XV.I.19.) 
"M.Ö. 1900 yıllarında Saraisvati nehrinin kuruması Sindhu ve Saraisvati vadilerinde önemli göçlere neden olmuştu ve Hindistan'dan batıya doğru bir göce sebep olan olay olabilir. Bundan kısa bir süre sonra Batı Asya, Mısır ve Yunanistan'da Hint unsuru gözükmeye başlıyor." (Indic Ideas in the Graeco-Roman World, (Grek-Roma Dünyasında Hint Öğeler) yazan Subhash Kak, IndiaStar online literary magazine; sayfa 14)
Hint tarihçi Kuttikhat Purushothama Chon, Abraham'ın Hindistan'dan kovulduğuna inanıyor. (Hint Avrupalı) Ariler, Asuraslara (Bir zamanlar İndus Vadisini hükmeden ticari sınıf ve Harappanlar) karşı yıllardır savaşmışlardı ve onları yenmek için devasal suni göl ve sulama kanal sistemlerini yok edip sellere sebep oldular. Bunun üzerine Abraham ve yakınları vatanlarını terk edip Batı Asya'ya doğru göç ettiler (Bakınız "Remedy the Frauds in Hinduism," "Hinduizmdeki Aldatmacalar ve Düzeltilmesi"). Dolayısıyla, Kuzey Irak'tan seller tarafından kovulmaları dışında, Ariler ayrıca Hint tüccarlar, sanatçı ve eğitimli sınıfların Batı Asya'ya kaçmalarını zorladılar.
"India in Greece" (Yunanistan'daki Hindistan) kitabında Edward Pococke şöyle yazıyor: "Uzun yıllar Hindistan'ı baştan başa kasıp kavuran bu büyük dini savaşlara kıyasla hiç bir benzeri olay bu denli ciddi sonuçlara yol açmamıştı. Bunun sonucunda erken uygarlık sanatlarında usta ve büyük çoğunluğu savaşçı büyük bir insan kitlesi ülkelerinden dışarıya kovuldu. Kuzeyde Himalaya dağların ötesine, güneyde son kaleleri Siri Lanka'ya ve İndus vadisinden batıya itilen bu zülüm edilen halk Avrupa'nın sanat ve bilimlerinin tohumlarını taşıdılar. Punjab engelini aşan bu insan seli sonuçta Avrupa ve Asya'ya vararak uygarlığın filizlenmesine neden olacaktı. Bu göçün mesafesi o denli uzundu ki, isimlerin  kılık değişikliği on denli iyiydi ki, Yunanlıların anlattıkları o denli yanıltıcıydı ki, ancak teorik ilkeleri bir kenara koyarak ve bağımsız araştırma yaparak doğruyu eğriden ayıklama ile doğru bir teşhise varma şansımız olur." (sayfa 28)
Eğer bütün bu göçmen idareci halklar tamamıyla Hint asılıysa neden harih onlardan söz etmiyor? Kadim Hindistan'dan göçler hepsi aynı anda olmadı, ama yaklaşık olarak bin yılı aşan bir dönemde oluştu. Tarih onlardan Kasit, Hitit, Suriyeli, Huri, Arami, Hiksos, Mitani, Amalekit, Etiyop (Atha-Yop/Habeş), Finikeli, Keldani ve daha bir çokları olarak söz etmiştir. Ancak bize hatalı olarak onları sadece Batı Asya'ya ayıt etnik gruplar olarak kabul etmeye öğretilmiştir. Tarih kitaplarımız onlara "Hint-Avrupalılar" demiştir ve onların menşei konusunu yanıtsız bırakmıştır. "Hint halkı sosyal kimliklerini ırk ve kavim bazında değil, Varna ve Jati (kast sınıf sisteminin sosyal işlevleri) bazında görmeye alışmıştır" (Foundations of Indian Culture; "Hint Kültürün Temelleri", sayfa 8).

Hint halkının insanları nasıl sınıflandırdıkları konusunda işte bir örnek: Hükmeden sınıfa Kasis (Kasitler), Kuşi (Kuşitler), Kazaklar (Rus askeri sınıf), Kaiser ve Sezarlar (Roma hakim sınıfı), Hatiya (Hititler), Kutit (Hititçe'nin bir lehçesi), Kathay (Çin liderleri), Kaşitıl/Kaşikeh (Azteklerde), Kaşikhel/Kişeh (Mayalarda) ve Keşuah/Kuş (İnkalarda). Suryaniler, İngilizce'de Assyrians, İspanyolca'da Asiros, Hindistan'da Asuras eya Ashuras, Sümer ve Babil'de Aşuriya, Asuriya, Arabistan'da Asir, İranda Ahura, Meksika'da Sure vs. Bunlara Surya'ya (güneş) tapan halklar.
Tabii ki bu dinin yaygın olduğu yerlerde ülkelerinin gerçek adları ne olursa olsun "Suryaniler" olarak bilinirdiler.
Alimlerin Hint-Avrupalıları Hintli olarak tanımada diğer bir sorun, Hindistan'ın hiç bir zaman bir ülke olmamasında yatar. Ayrıca onun adı Hindistan bile değil, "Bharata"dır [Baharatlar adını nereden geldiği anlaşılıyor] ve Bharata bile bir ülke değildir. Bharata aynı Avrupa gibi bir ülkeler topluluğudur ve şu şimdilik İslam'ın yayılması gerçek veya hayali korkusuyla birleşmektedir. Hint alimler bu yayılma durduğu anda "Bharata Birliği" tekrar koparak birçok ayrı devlet oluşur. 
"Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham'ın aynı kişi olduğunu öne sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham'a İbrahim Zerdüşt derler. Kirüs Yahudi dinini kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular Abraham'da veya İsrailoğlular Brahma'dan gelmiş olmalıdır." (Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
Abraham gerçekten Hindu tanrısı Ram mıydı? Ram ve Abraham muhtemelen ya aynı kişiydi veya aynı kavimdendi. Örneğin "Ab" veya "Ap" Keşmir dilinde baba demektir. Prototip Yahudiler Ram'a "Ab-Ram" veya "Baba-Ram" demiş olabilirler. Brahm kelimesinin de "Ab-Ram"dan geliştiği de düşünülebilir, ama tersi değil. "İlahi merhamet" Keşmir dilinde "Raham"dır [Rahmet, Rahim, Rahman??] ve bu da Ram'dan türemiştir. Dolayısıyla, Ab-Raham = İlahi Merhametin Babası. İbranice'de Rakham = "İlahi Merhamet". Ram ayrıca da İbranice'de "yüksek makamlı lider veya hükümdar" anlamına gelir. Vedic Age'de çıkan "Traditional History From the Earliest Times" ("En Erken Devirlerden Geleneksel tarih") makalesinin yazarı Hint tarihçi A.D. Pusalker, Ram'in M.Ö. 1950 yılında hayatta olduğunu yazıyor, bu da Hint-İbraniler ve Hint-Arilerin Büyük Tufandan beri Hindistan'dan Orta-Doğuya göçü gerçekleştirdikleri döneme rastlar.   
"Kabe'deki tapınakların biri de Hint Yaratıcı Tanrı Brahma'ya adanmıştı, bundan dolayı İslam'ın eğitimsiz peygamberi Muhammet onun Abraham'a adandığını iddia etmişti. "Abraham" kelimesi Brahma kelimesinin yanlış telaffuzundan başka bir şey değildir. Her iki kelimenin kök anlamlarına inerseniz bu açıkça kanıtlanır. Abraham, Sami ırkının en eski peygamberlerinden biri olduğu söylenir. Adının iki Sami kökenli kelimelerden kaynaklarını, baba anlamına gelen "Ab" ve yüce anlamına gelen "Raam/Raham." Tevrat'ın Tekvin kitabında, Abraham basit olarak "Kalabalık Topluluk" anlamına gelir. Abraham kelimesi Sanskirtçe'de Brahma'dan kaynaklanır. Brahma'nın kökeni "Brah"tır ve büyümek, sayı olarak çoğalmak anlamına gelir. Ayrıca, Hinduizm'in Yaratıcı Tanrısı Brahma'nın İnsanların Babası ve bütün tanrıların en yücesi olarak kabul edilir. Çünkü bütün varlıklar ondan zuhur etmiştir. Burada yeniden "Yüce Baba" anlamına rastlarız. Bu açıkça Abraham'ın semavi baba Brahma olduğunu açıkça ima eder." (Vedic Past of Pre-Islamic Arabia; İslam Öncesi Arabistan'ın Vedik/Hint Geçmişi, Bölüm VI; sayfa.2.)
"Abram"dan bir kaç sözcük anlamını çıkartabiliriz, bunlardan her biri onun yüceltilmiş konumuna işaret edebilir. Ab = "Baba;" Hir veya H'r = "Baş; Üst; Yüceltilmiş;" Am = "Halk." Dolayısıyla, Abhiram veya Abh'ram "Yüceltilmişin Babası." Bir örnek daha: Ab - î - Ram = "Merhametlilerin Babası." Ab, ayrıca "Yılan" demektir, Ab-Ram (Yüceltilmiş Yılan) bir Naga kralı olduğunu ima eder. Bileşken "Abraham" adından çıkarılacak bütün anlamlar takipçilerin ilahi kaderini gösterir. Örneğin Kral Süleyman'ın yakın dostu Tireli Hiram "Yüce Halk" veya Ahi-Ram (Yüce-Yılan)'dır.  
Kadim Hindistan'da Aryan Kültüne "Brahm-Aryan" denilir. Aryanlar birçok tanrıya taparlardı. Abraham çoktanrıcılığa sırtını çevirmişti. Böyle yapmakla "A-Brahm" (Gayri-Brahman) olmuştu. Aryanlar Asuralara "Ah-Brahm" derlerdi. Dolayısıyla, İndus uygarlığın atalarının muhtemelen Yahudi prototipleri olduğunu güvenle söyleyebiliriz.
Abraham'ın ölümü sırasında Kudüs (Jerusalem) bir Hitit (Hint hükmedici sınıfı) şehriydi. Tekvin 23:4'de Abraham Kudüslü Hititlerden bir mezar alanı satmalarını ister. Hititler'in cevabı "..aramızda bir prensiniz, kabrimizde istediğiniz yerde ölülerinizi gömünüz, hiç kimse sizi esirgemez." (sayffa 6). Abraham Hititler tarafından bir prens sayıldıysa, demek ki Hindistan'ın soylu hakim ve savaşçı kast sınıfının saygın bir üyesiydi. Eski Ahit Abraham'ın bir Hitit olmadığını hiç yazmamıştır. Sadece "Aranızda yabancı bir misafirim" (Tekvin 23:4). Hititler'in dediği gibi, Abrahamı kendilerinden bile üstün saymışlardı. Hititer özgün bir etnik grup olmadığı gibi, Amorit veya Amarrular için de aynı şey geçerli. Marruta avam için kullanılan kast sınıfın adıydı. "Amorit" (Marut) Hint Vaişiyaların: sanatçılar, çiftçiler, sığır çobanları, tacirler, vs., ilk adlarıydı.
G.D. Pande, "Ancient Geography of Ayodhya", "Ayodya'nın Kadim Tarihi" kitabında "Marutlar Visah'ı temsil ederler. Marutlar sürüler veya ordular oluşturdukları söylenir. Marutların babası Rudra sığırların efendisidir (sayfa 177). Malita J. Shendge şöyle demiştir: "... Marutlar halktır" ("The Civilized Demons", "Uygar İfritler", sayfa 314). Kattiler (Hititler) ve Marutları (Amoritler) Kudüs'ün babaları (koruyucuları) olarak anaları (hizmetkarları) olarak işlev görmeleri bizi şaşırtmamalıdır.
Hindistan'da Hititler Cedi veya Chedi (Hatti veya Ketti olarak telaffuz edilir) olarak bilinirler. Hint tarihçileri onları Yadavasların en eski kastlarından biri olarak sınıflandırırlar. "Cediler erken Vedik dönemde Ksatriyaların (Hititler ve Kassitlerden oluşan aristokrat sınıf) en eski kavimlerinden birini oluşturdular. Rig Veda kadar erken bir dönemde Cedi krallar çok ünlenmişlerdi... bu büyük destanda kuzey Hindistan'ın hakim güçlerinden biriydiler." (Yadavas, Through the Ages, Çağlar Boyunca Yadavaslar, sayfa 90) Ram veya Rama da Yadava aşiretindendi. Eğer Abraham, Brahm ve Ram aynı kişilerse, Abraham Kudüs'e kendi halkına katılmak için gitmişti.
Ram'in toplulukları Sanskritçe'de "Yenilmez" anlamına gelen Ayodhya adında kendi cemaatlarında ayrı ayrı gruplara bölündüler. Sanskritçe'de savaşçı Yuddha veya Yudh demektir. Abraham ve grubu Ayodhya (Yehudiya, Judea) inançsızlardan ve Amalekitlerden (Ariler?) kendilerini ayrı tutan topluluğa mensuptu.
Şimdiye dek söylediklerim yeterli değilse Melkizadek... Salem arifi konusunu ele alalım. Melkizadek gizli mistik ve sihirli güçlere sahip Kudüs'in (Jerusalem) kralıydı. Aynı zamanda Abraham'ın hocasıydı. 
Kassit bir kralın oğlu, Melik-Sadaksina büyük bir Hint prensi, majisyen ve ruhani önderdi. Keşmiri ve Sanskritçe'de Sadak = "sihirli, majikal, doğa-üstü güçlere sahip kimse" anlamına gelir. Ayrıca Zadok (Sadak?) adında biri Kral Süleyman'ı kutsamıştı. Nasıl oluyor da Kassit (asil kastten) Melik-Sadaksina, efsanevi bir Hintli, aniden kudüste Abraham'ın dostu ve öğretmeni olarak ortaya çıkıyor? "Hindu History", Hindu tarihini yazan Akshoy Kumar Mazumdar'e göre, Brahm Arilerin ruhsal lideriydi. Bir Ari, Aryan (Yah'dan değil [not Sanskritçe'de önde bir a eki değil anlamına gelir]) olarak doğal olarak putlara inanırdı. Tevrat'a göre onları imal bile etmişti. Putperestlik ve dini hayalperestlik halkına nasıl zarar verdiğini görünce, Abraham Arilikten uzaklaştı ve her ne kadar onun da insan yapımı kusurlarla çökmekdeyse de  kadim Hint (Yah) felsefesine (Maddi Evren Kültüne) geri döndü. İnsanoğlunun sadece gerçeklere dönerek kendini kurtarabileceğini inanmıştı.
Halkın barbarlığına ve körlüğüne karşı şok olan Proto (ilk) -İbraniler arasındaki bilginler ve eğitimli kişiler kendilerini halktan soyutladılar. Dr. Mazumdar şöyle demişti: "Ahlaki düşüşü çok hızlıydı. Kahinler ve bilge kişiler halktan ayrı yaşarlardı. Ender olarak evlenirdiler ve çoğu zaman kendilerini dini tefekküre verirlerdi. Yönlendirme ve bilgilendirmeden uzak kalan halk aşırı yabanileşmeye ve kabalaşmaya başladı. Tecavüz, zina, hırsızlık vs. yaygınlaşmaya başladı. İnsan doğası sapıtmaya başladı. Brahma (Abraham) bir reform yapıp insanları diriltmeye karar verdi. Kahin ve bilge kişilerin halkla evlenmelerini ve karışmalarını sağladı. Çoğu evlenmeyi kabul etmedi, ama 30 kişi kabul etti." Brahm üvey kız kardeşi Saraisvati ile evlendi. Bu bilge kişiler prajapatis (üretenler) olarak anıldılar.
"Kuzey Afganistan Uttara Kuru olarak bilinirdi ve büyük bir bilim merkeziydi. Oraya bir Hintli kadın gitti ve Vak unvanını aldı - Saraisvati (Leydi Sarah). Onun üvey kardeşi ve öğretmeni Brahm, güzelliği, eğitimi ve zekası ile o denli, etkilenmiş ki evlenmiş" (Hindu History, Hindu Tarihi; sayfa 48).
Güney Afganistan'daki kutsal topluluktan benzeri topluluklar dünyanın her tarafına yayıldı: Hindistan'ın tamamı, Nepal, Tayland, Çin, Mısır, Suriye, İtalya, Filipinler, Türkiye, İran, Yunanistan, Laos, Irak - hatta Amerikalara bile! Brahma'nın dünyanın muhtelif yerlerinde varlığı bariz dil kanıtlarıyla açıkça gözükmekte: Farsi/Acemce: Braghman (Kutsal); Latince: Bragmani (Kutsal); Rusça: Rachmany (Kutsal); Ukraynaca: Rachmanya (Rahip, Kutsal); İbranice: Ram (Baş Lider); Norveççe: From (Tanrısal). Hindular arasında kutsal bir sözcük mistik hece OM, üçlü evren, yeryüzü, gök ve sema ile bağlantılıdır. Aynı zamanda Brahm'ın başka bir adıdır. Aztekler de OM'u evrenin ikilemli ilkesi olarak zikredip tapmışlardı. Mayaların rahip sınıfı Balam (B'lahm teleffuz edilir). Eğer maya dilinde "R" harfi olsaydı, Brahm telaffuz edilirdi. Perulu İnkalar güneşe İnti Raymi (Hindu Ram) olarak taparlardı. 
Rama'dan geldiği inkar edilmez olan kelimeler Amerikan Kızılderili dilde çok yaygındır. Özellikle Amerikanın güneybatısından Meksika'ya ve oradan güneye Peru'ya kadar inen bölgelerde. Chihuahua'nın Tarahumara Kızılderililer buna ideal bir örnektir. Gerçek adları Ra-Ram-Uri'dir. Sümer ve Kuzey Hindistan'da olduğu gibi Ra-Ram-Uri "Uri" = "Halk."  İspanyol "R" vurgulandığı için bu "Uri" savaşçı, fatih için Sanskritçe kelime Udi veya Yuddi de olabilir. Birçok Meksika kavmi eskiden Yuri adında yabancı bir kavmin o civarları işgal ettiklerini anlatırlar. Ra-Ram-Uri güneş tanrısı Ono-Rúame'dir. Keşmirce Ana = "En Çok Sevilen Oğul;" Ra-Ram-Uri ay Ono-Rúame'nın eşi, Eve-Rúame'dır. Keşmice Hava = "Havva, Eve" veya Kadın İlkesi.
Bir Ra-Ram-Uri valisine Si-Riame denilir. Sanskritçe/Keşmirçe Du-Rama = "Büyük Rama." Meksika efsanelere göre Yoris Surem (Su-Ram?) adında bir kavime mensuptu. Fetihlerinden önce, Orta Meksika ve Amerikan Colorada'ya kadar Güneybatısı Suré olarak bilinirdi. Keşmirce'de Suré= güneş. Tarahumara şifacı şaman veya rehber Owi-Ruame olarak bilinir. Sanskritçe'de Of = "Ümit." Şeytan Repa-Bet-Eame olarak bilinir. Keşmirce'de: Riphas (Görüntü) + Buth (Kötü Ruh) + Yama (Ölüm Meleği). Ra-Rama-Uri dilinde daha bir çok şaşırtıcı benzerlikler vardır. Kadim Finike, Sümer ve Kuzey Hindistan'a ilişkisi şüphe götürmez. Bir çok insan Finikelileri bir zamanlar bugünkü Lübnan'da mekan eden bir denizci kavim olduğunu düşünürler. Ancak, Hindular tarafından Pancika veya Pani olarak bilinen veya Romalılar tarafından Puni (kökeni Rama olan başka bir kelime) çingeneler gibi dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı.
İspanyollar Ra-Ram-Uri ülkesine Chiahuahua ülkesi derlerdi. Bunu yerliler Şivaya" olarak telaffuz ederler. Sanskritçe'de Şivaya = "Şiva'nın Mabedi." Hindu dini alimlere göre, Ram ve tanrı Şiva bir zamanlar aynı ilahtılar. Şiva ve Yah (Kitabi Mukaddes'te söz edilenle aynı) adları Amerikan yerli dinlerinde yaygındır ve yaygın olarak Amerikan güneybatısında taş oymalarda kazıldığı görülür. ("India Once Ruled the Americas!", "Hindistan Bir Zamanlar Amerikaları Hükmetti" kitabıma bakınız).
Ayodhya ayrıca Tanzania Afrika'da ve Kudüs'te (Judea) Dar-es-Salam için başka bir addı. Yerusalemitler'e (Kudüslüler) Yehudiya veya Judeans (Yah Savaşçıları) denildiği bilinir, bu da Yahudilerin Hint kökenini kesin bir şekilde doğrular.
Çin dahil, kadim dünyada Ram'ın dini fikirlerinden etkilenmeyen bir taraf yoktu. Örneğin, Hıristiyanlar ve Yahudiler Muhammet'in öğretilerini Yahudi kaynaklardan kopya ettiği konusunda beyinleri yıkanmıştır. Oysa, Muhammet'in zamanında Ram veya Abraham'ın ilahiyatı bütün dini mezheplerin temelini oluşturuyordu. Muhammet'in tek yaptığı şey bunları putperestlikten arındırmaktı.
"... Mekke Mabedi Hindistan'dan gelen Brahmin misyonerleri tarafından kurulmuştu. Muhammed'in zamanında kutsal bir yerdi ve ölümünden sonra bir kaç asır oraya haça gitmelerine izin verildi. Onun peygamberden çok önce kutsal bir yer doluğunu inkar edilmez bir gerçektir." (Anacalypsis, Cilt I, sayfa 421.)
"... Brahminler eski kitaplarındaki kayıtlara dayanarak Mekke şehrinin Hindistan'dan gelen bir koloni tarafından kurulduğunu söylerler ve sakinleri en eski devirlerden beri onun Agar'ın oğlu İsmail tarafında inşa edildiğini söylerler. Bu şehre İndus dilinde İsmailistan denilirdi."  (Anacalypsis, Cilt I, sayfa 424.)
Muhammed'in zamanından önce, Arap halkının Hinduizmine Tsaba denilirdi. Tsaba veya Saba "Tanrıların Meclisi" anlamına gelen bir Sanskritçe kelimedir. Tsaba ayrıca Işa-ayalam (Şiva'nın Mabedi) denilirdi. Müslüman kelimesi Moşe-ayalam (Şiva'nın Mabedi) Sabaizm'in başka bir adıdır. Kelime şimdi İslam olarak kısalmıştır. Muhammet kendisi Kureyşi kaviminin bir mensubu olarak ilk başta bir Sabaist'ti. Tsabaistler Abraham'ı bir tanrı olarak görmezlerdi. Onu bir avatar veya Tanrı tarafından seçilmiş bir öğretmen, Avather Brahmo (yeraltı dünyanın yargıcı) olarak kabul ederlerdi.        
İsa'nın zamanında Arapların ve Yahudiler'in dilleri, dini simgeleri ve gelenekleri hemen hemen aynıydı. Eğer  zaman makinesi ile geçmişe dönsek, çoğumuz Yahudi ve Araplar arasında fazla fark görmezdik. Tarihi kayıtlara göre İsa'nın zamanında Araplar putlara taparlardı. Alt tabaka ve kırsal Yahudiler için de aynı şey geçerliydi. Bundan dolayı Orta Doğudaki Yahudi ve Müslümanlar; ile Hindistan'daki Müslüman ve Hindular arasındaki kavga son derece saçmadır. Tamamen bir hiç uğruna, Müslümanlar Yahudilere ve Hindulara karşı savaşıyor veya tersi, zira her üç grup aynı kaynaktan geldiler.
Hebron'un (İbranice'de Khev'run) Keşmirce -Sanskritçe karşılığı Kudüs'ün eski sakinlerinin Hint kökenini açıkça gösterir: Khab'ru (mezar; tabut). (Grierson'un Sözlüğü'ne bakınız; sayfa 382.) İbranice'de bile Kever = "Tabut."
Hint dil bilimci ve oryantalist Maliti J. Shendge'in "The Languages of Harappans" (Harappanların Dilleri) kesin bir şekilde Batı Asya ve İndus Vadisi Uygarlığı bir araya getirir. Sadece Harrappa dilinin Akkatça ve Sümerce olduğunu kanıtlamıyor, ilk "Abraham" Havva göğüs kemiğinden yaratılmadan önce Adem olduğunu kanıtlıyor.  
"... denilebilir ki, Fırat-Dicle'den İndus ve doğusuna dek, kendilerine sonra Asshuriau diyen Akkatça konuşan Samiler bulunuyordu. Onların Hint adı Rig Veda'dan "Asura" olarak bilinirdi. Bu bölgenin aynı etnik grubundan değişik aşiretler tarafından mekan edilmesi bizi şaşırtmaması gerekir. Ancak onların ırk olarak homojen bir grup olduklarını düşünmek doğru olmaz. Dil bilimi kanıtları gösterdiği gibi Akkatlılar ve Sümerler oluşmuş karışık bir nüfusları vardı. İleride araştırmaya konu olabilecek diğer etnik grupların da bulunma olasılığı var. Bu karışık nüfus günümüzdeki bilgiye ters düşmemektedir. İndus vadisinde bu değişik etnik mozaik muhtemelen tarih öncesinden uygarlığın başlarında mevcut olan bir demografik yapıydı.  
"Eğer bu Akkatlılar Batı Asya aşiretleriyle aynıysa, Vedik mitolojide ilk çift konusunda eşit derecede söz edilmesi gerekir. Ancak, şifreli bir atıf dışında bu çift'den  hiç söz edilmiyordu. Bu biraz kafa karıştırıcı. Tanrıları Asura olmasına karşın bu kavimin ilk atası olmaması pek anlaşılır değil. Rig Veda'da Brahman'ın tarih öncesi baba olarak mevcut olması yeterli değildir, çünkü tek başına eril bir unsurdur. Brahman yakından incelendiğinde iki sözcükten oluştuğu görülür Abu + Rahmu, bunlar da Sami mitolojide ilkel çifttir. Rahmu'nun Akkad karşılığı Lahmu'dur, bu da sonradan  denizden doğan ve tanrılar ve ifritler tarafından kur yapılan tanrıça Laksmi'ye dönüşmüştü. Lahmu Akkadlarda bir ejderhadır, ama Ugaritçe'de Rahmu Abu'nun genç kızıdır. Brahma (abu + rahmu = abrahma = brahma), burada düşünülen bütün değişimler bu eşleştirmelerle açıklanabilir, veya Abu Samilerin en büyük tanrısının kızı birçok dönüşümden geçmiştir ve Hindu panteonda birçok karşılığı vardır, bunların arasında Laksmi, bütün maddi tezahüratların tanrıçası olarak önemlilerden biridir. Dolayısıyla Indus vadisinin Asura aşireti ilkel çift olarak Abu-Rahmu'ya tapıyorlardır." (sayfa 269-270).               
Bayan Shendge'nin araştırmaları Hebron'daki Abraham ve Sarai mezarları gerçekten Brahm ve Saraisvati'ninikiler olduğu inancımı iyicene güçlendiriyor. Bizim Abraham anlaşılan bir rahipti, belki de Abu-Rahmu (Adem ve Hava) kültünün kurucusuydu ve tektanrılı dinini Batı Asya'ya taşıdı. Kendisi ve Sarai yurtları Hindistan'da ilahlaştırılmalarına karşın Yahudilikte insan olarak anılmışlardı.    





hermetics.org



      

Who Was ABRAHAM?





In his History of the Jews, the Jewish scholar and theologian Flavius Josephus (37 - 100 A.D.), wrote that the Greek philosopher Aristotle had said: "...These Jews are derived from the Indian philosophers; they are named by the Indians Calani." (Book I:22.)
Clearchus of Soli wrote, "The Jews descend from the philosophers of India. The philosophers are called in India Calanians and in Syria Jews. The name of their capital is very difficult to pronounce. It is called 'Jerusalem.'"
"Megasthenes, who was sent to India by Seleucus Nicator, about three hundred years before Christ, and whose accounts from new inquiries are every day acquiring additional credit, says that the Jews 'were an Indian tribe or sect called Kalani...'" (Anacalypsis, by Godfrey Higgins, Vol. I; p. 400.)
Martin Haug, Ph.D., wrote in The Sacred Language, Writings, and Religions of the Parsis"The Magi are said to have called their religion Kesh-î-Ibrahim.They traced their religious books to Abraham, who was believed to have brought them from heaven." (p. 16.)
There are certain striking similarities between the Hindu god Brahma and his consort Saraisvati, and the Jewish Abraham and Sarai, that are more than mere coincidences. Although in all of India there is only one temple dedicated to Brahma, this cult is the third largest Hindu sect.
In his book Moisés y los Extraterrestres, Mexican author Tomás Doreste states,

Voltaire was of the opinion that Abraham descended from some of the numerous Brahman priests who left India to spread their teachings throughout the world; and in support of his thesis he presented the following elements: the similarity of names and the fact that the city of Ur, land of the patriarchs, was near the border of Persia, the road to India, where that Brahman had been born.
The name of Brahma was highly respected in India, and his influence spread throughout Persia as far as the lands bathed by the rivers Euphrates and Tigris. The Persians adopted Brahma and made him their own. Later they would say that the God arrived from Bactria, a mountainous region situated midway on the road to India. (pp. 46-47.)
Bactria (a region of ancient Afghanistan) was the locality of a prototypical Jewish nation called Juhuda or Jaguda, also called Ur-Jaguda. Ur meant "place or town." Therefore, the bible was correct in stating that Abraham came from "Ur of the Chaldeans." "Chaldean," more correctly Kaul-Deva (Holy Kauls), was not the name of a specific ethnicity but the title of an ancient Hindu Brahmanical priestly caste who lived in what are now Afghanistan, Pakistan, and the Indian state of Kashmir.
"The tribe of Ioud or the Brahmin Abraham, was expelled from or left the Maturea of the kingdom of Oude in India and, settling in Goshen, or the house of the Sun or Heliopolis in Egypt, gave it the name of the place which they had left in India, Maturea." (Anacalypsis; Vol. I, p. 405.)
"He was of the religion or sect of Persia, and of Melchizedek."(Vol. I, p. 364.)
"The Persians also claim Ibrahim, i.e. Abraham, for their founder, as well as the Jews. Thus we see that according to all ancient history the Persians, the Jews, and the Arabians are descendants of Abraham.(p.85) ...We are told that Terah, the father of Abraham, originally came from an Eastern country called Ur, of the Chaldees or Culdees, to dwell in a district called Mesopotamia. Some time after he had dwelt there, Abraham, or Abram, or Brahma, and his wife Sara or Sarai, or Sara-iswati, left their father's family and came into Canaan. The identity of Abraham and Sara with Brahma and Saraiswati was first pointed out by the Jesuit missionaries."(Vol. I; p. 387.)








In Hindu mythology, Sarai-Svati is Brahm's sister. The bible gives two stories of Abraham. In this first version, Abraham told Pharaoh that he was lying when he introduced Sarai as his sister. In the second version, he also told the king of Gerar that Sarai was really his sister. However, when the king scolded him for lying, Abraham said that Sarai was in reality both his wife and his sister! "...and yet indeed she is my sister; she is the daughter of my father, but not the daughter of my mother; and she became my wife." (Genesis 20:12.)
But the anomalies don't end here. In India, a tributary of the river Saraisvati is Ghaggar. Another tributary of the same river is Hakra. According to Jewish traditions, Hagar was Sarai's maidservant; the Moslems say she was an Egyptian princess. Notice the similarities of Ghaggar, Hakra and Hagar.
The bible also states that Ishmael, son of Hagar, and his descendants lived in India. "...Ishmael breathed his last and died, and was gathered to his kin... They dwelt from Havilah (India), by Shur, which is close to Egypt, all the way to Asshur." (Genesis 25:17-18.) It is an interesting fact that the names of Isaac and Ishmael are derive from Sanskrit: (Hebrew) Ishaak = (Sanskrit)Ishakhu = "Friend of Shiva." (Hebrew) Ishmael = (Sanskrit) Ish-Mahal = "Great Shiva."
A third mini-version of the Abraham story turns him into another "Noah." We know that a flood drove Abraham out of India. "...Thus saith the Lord God of Israel, your fathers dwelt on the other side of the flood in old time, Even Terah, the father of Abraham, and the father of Nachor; and they served other gods. And I took your father Abraham from the other side of the flood, and led him throughout all the land of Canaan." (Joshua 24:2-3.)
Genesis 25 mentions some descendants of his concubine Ketura (Note: The Moslems claim that Ketura is another name of Hagar.): Jokshan; Sheba; Dedan; Epher. Some descendants of Noah were Joktan, Sheba, Dedan, and Ophir. These varying versions have caused me to suspect that the writers of the bible were trying to unite several different branches of Judaism.
About 1900 BC, the cult of Brahm was carried to the Middle and Near East by several different Indian groups after a severe rainfall and earthquake tore Northern India apart, even changing the courses of the Indus and Saraisvati rivers. The classical geographer Strabo tells us just how nearly complete the abandonment of Northwestern India was. "Aristobolus says that when he was sent upon a certain mission in India, he saw a country of more than a thousand cities, together with villages, that had been deserted because the Indus had abandoned its proper bed." (Strabo's Geography, XV.I.19.)
"The drying up of the Sarasvati around 1900 BCE, which led to a major relocation of the population centered around in the Sindhu and the Sarasvati valleys, could have been the event that caused a migration westward from India. It is soon after this time that the Indic element begins to appear all over West Asia, Egypt, and Greece." (Indic Ideas in the Graeco-Roman World, by Subhash Kak, taken from IndiaStar online literary magazine; p.14)
Indian historian Kuttikhat Purushothama Chon believes that Abraham was driven out of India. He states that the Aryans, unable to defeat the Asuras (The mercantile caste that once ruled in the Indus Valley or Harappans) spent so many years fighting covertly against the Asuras, such as destroying their huge system of irrigation lakes, causing destructive flooding, that Abraham and his kindred just gave up and marched to West Asia. (See Remedy the Frauds in Hinduism.) Therefore, besides being driven out of Northern India by floods, the Aryans also forced Indian merchants, artisans, and educated classes to flee to West Asia.
Edward Pococke writes in India in Greece,"...in no similar instance have events occurred fraught with consequences of such magnitude, as those flowing from the great religious war which, for a long series of years, raged throughout the length and breadth of India. That contest ended by the expulsion of vast bodies of men; many of them skilled in the arts of early civilization, and still greater numbers, warriors by profession. Driven beyond the Himalayan mountains in the north, and to Ceylon, their last stronghold in the south, swept across the Valley of the Indus on the west, this persecuted people carried with them the germs of the European arts and sciences. The mighty human tide that passed the barrier of the Punjab, rolled on towards its destined channel in Europe and in Asia, to fulfill its beneficent office in the moral fertilization of the world.the distance of the migratory movement was so vast, the disguise of names so complete, and Grecian information so calculated to mislead, that nothing short of a total disregard of theoretic principles, and the resolution of independent research, gave the slightest chance of a successful elucidation."
(p. 28.)


If all these refugee ruling peoples were exclusively of Indian heritage,
why doesn't History mention them?
The exodus of refugees out of ancient India did not occur all at once but over a period of one or more thousand years. If all these refugee ruling peoples were exclusively of Indian heritage, why doesn't History mention them? Indeed they are mentioned as Kassites, Hittites, Syrians, Assyrians, Hurrians, Arameans, Hyksos, Mittanians, Amalekites, Aethiops (Atha-Yop), Phoenicians, Chaldeans, and many others. But we have been wrongly taught to regard them as ethnicities indigenous to Western Asia. Our history books also call them "Indo-Europeans," causing us to wonder where they were really from. "The people of India came to realize their social identity in terms of Varna and Jati (societal functions or caste); not in terms of races and tribes." (Foundations of Indian Culture; p. 8.)
Here's an example of how the ancient Indians identified people: The leaders were called Khassis (Kassites), Kushi (Kushites), Cossacks (Russian military caste) Caesars (Roman ruling caste), Hattiya (Hittites), Cuthites (a dialectical form of Hittite), Hurrite (another dialectical form of Hittite), Cathay (Chinese leaders), Kasheetl/Kashikeh among the Aztecs, Kashikhel/Kisheh by the Mayans, and Keshuah/Kush by the Incas. The Assyrians (in English), Asirios (in Spanish), Asuras or Ashuras (India), Ashuriya, Asuriya (Sumer and Babylonia), Asir (Arabia), Ahura (Persia), SurÈ in Central Mexico, etc., were people who worshipped Surya (the Sun).
Naturally, in areas where this religion prevailed, they were known as "Assyrians," no matter what the real names of their respective kingdoms were.
Another problem that western scholars have in identifying the Indo-Europeans as Indians is that India was not then and never was a nation. Furthermore, it is not "India." It is Bharata, and even Bharata is not a nation. Bharata is a collection of nations, just as Europe is a collection of nations, presently held together by the real or perceived threat of Moslem expansionism. Indian scholars have told me that when and if this expansionism ever disappears, the "Bharata Union" will again splinter into many smaller nations.
"The Arabian historians contend that Brahma and Abraham, their ancestor, are the same person. The Persians generally called Abraham Ibrahim Zeradust. Cyrus considered the religion of the Jews the same as his own. The Hindoos must have come from Abraham, or the Israelites from Brahma..." (Anacalypsis; Vol. I, p. 396.)
Was our Abraham Really the Hindu Deity Ram?
Ram and Abraham were possibly the same person or clan. For example, the syllable "Ab" or "Ap" means "father" in Kashmiri. The prototypical Jews could have called Ram "Ab-Ram" or "Father Ram." It's also conceivable that the word "Brahm" evolved from "Ab-Ram" and not vice-versa. The Kashmiri word for "Divine Mercy," Raham, likewise derives from Ram. Ab-Raham = "Father of Divine Mercy." Rakham = "Divine Mercy" in Hebrew; Ram is also the Hebrew term for "highly placed leader or governor." Indian historian A. D. Pusalker, whose essay "Traditional History From the Earliest Times" appeared in The Vedic Age, said that Ram was alive in 1950 BC, which is about the time that Abraham, the Indo-Hebrews, and the Aryans made the greatest India-to-the-Middle East migration since the Great Flood.
"One of the shrines in the Kaaba was also dedicated to the Hindu Creator God, Brahma, which is why the illiterate prophet of Islam claimed it was dedicated to Abraham. The word "Abraham" is none other than a malpronunciation of the word Brahma. This can be clearly proven if one investigates the root meanings of both words. Abraham is said to be one of the oldest Semitic prophets. His name is supposed to be derived from the two Semitic words 'Ab' meaning 'Father' and 'Raam/Raham' meaning 'of the exalted.' In the book of Genesis, Abraham simply means 'Multitude.' The word Abraham is derived from the Sanskrit word Brahma. The root of Brahma is 'Brah' which means - 'to grow or multiply in number.' In addition Lord Brahma, the Creator God of Hinduism is said to be the Father of all Men and Exalted of all the Gods, for it is from him that all beings were generated. Thus again we come to the meaning 'Exalted Father.' This is a clear pointer that Abraham is none other than the heavenly father Brahma."(Vedic Past of Pre-Islamic Arabia; Part VI; p.2.)
Several word-meanings can be extracted from "Abram," each of which points directly to his exalted position. Ab = "Father;" Hir or H'r = "Head; Top; Exalted;" Am = "People." Therefore, Abhiram or Abh'ram can mean "Father of the Exalted." Here's still another: Ab - î - Ram = "Father of the Merciful." Ab, also meaning "Snake," could indicate that Ab-Ram (Exalted Snake) was a Naga king. All the meanings that can be extracted from the compound word "Abraham" reveal the divine destiny of his followers. Hiram of Tyre, Solomon's close friend, was "Exalted People" or Ahi-Ram (Exalted Snake).
In ancient India, the Aryan cult was called "Brahm-Aryan." The Aryans worshiped multiple gods. Abraham turned away from polytheism. By so doing, he could have become "A-Brahm" (No longer a Brahman.) The Aryans called the Asuras "Ah-Brahm." Therefore, we can logically assume that the fathers of the Indus civilization were probably prototypical Jews.
Jerusalem was a Hittite (Indian hereditary leadership caste) city at the time of Abraham's death. In Genesis 23:4, Abraham asked the Jerusalem Hittites to sell him a burial plot. The Hittites answered, "...thou art a prince among us: in the choice of our sepulchres bury thy dead; none of us shall withhold from thee." (p. 6). If Abraham was revered as a prince by the Hittites, he, too, was a highly regarded member of India's hereditary ruling and warrior caste. The bible never did say that Abraham wasn't a Hittite. It just said,"I am a stranger and a sojourner with you." (Genesis 23:4.) As the Hittites said, they recognized Abraham as being even above them. Just as the Hittites were not a unique ethnicity, neither were the Amorites or Amarru. Marruta was the Indian caste name of commoners. The word "Amorite" (Marut) was the first caste name of the Indian Vaishyas: craftsmen, farmers, cattlemen, traders, etc.
G. D. Pande writes in Ancient Geography of Ayodhya"Maruts represented the Visah. The Maruts are described as forming troops or masses. Rudra, the father of the Maruts, is the lord of cattle."(p. 177.) Malita J. Shendge states: "...the Maruts are the people." (The Civilized Demons; p. 314.) We should not be surprised to find the Khatti (Hittites) and Maruts (Amorites) functioning as the fathers (protectors) and mothers (helpmates or assistants) of Jerusalem.
In India, the Hittites were also known as Cedis or Chedis (pronounced Hatti or Khetti). Indian historians classify them as one of the oldest castes of the Yadavas. "The Cedis formed one of the most ancient tribes among the Ksatriyas (the aristocratic class made up of Hittites and Kassites) in early Vedic times. As early as the period of the Rgveda the Cedi kings had acquired great reknown... they are one of the leading powers in northern India in the great epic." (Yadavas Through the Ages, p. 90.) Ram or Rama also belonged to the Yadava clan. If our Abraham, Brahm, and Ram are the one and the same person, Abraham went to Jerusalem to be with his own people!
Ram's congregations segregated themselves in their own communities, called Ayodhya, which in Sanskrit means "The Unconquerable." The Sanskrit word for "fighter" is Yuddha or Yudh. Abraham and his group belonged to the Ayodhya (Yehudiya, Judea) congregation who remained aloof from non-believers and Amalekites (Aryans?).
Melchizadek... the sage of Salem
If what I have said thus far isn't convincing enough, maybe the word "Melchizedek" will be. Melchizedek was a king of Jerusalem who possessed secret mystical and magical powers. He was also Abraham's teacher.
Melik-Sadaksina was a great Indian prince, magician, and spiritual giant - the son of a Kassite king. In Kashmiri and Sanskrit, Sadak = "a person with magical, supernatural powers." A certain Zadok (Sadak?) was also a supernaturally-endowed priest who annointed Solomon. Why does the Kassite (of royal caste) Melik-Sadaksina, a mythical Indian personage, suddenly appear in Jerusalem as the friend and mentor of Abraham? According to Akshoy Kumar Mazumdar in The Hindu History, Brahm was the spiritual leader of the Aryans. As an Aryan (Not of Yah), he naturally believed in idols. The bible says that he even manufactured them. Upon seeing how increasing idol worship and religious guesswork were contributing to the further downfall of his people, Brahm backed away from Aryanism and reembraced the ancient Indian (Yah) philosophy (Cult of the MaterialUniverse) even though it, too, was foundering in manmade evils. He decided that mankind could save himself only by dealing with what was real; not the imagined.
Shocked at the barbarism and blind selfishness of the people, the wise men and educated people among the proto-Hebrews isolated themselves from the masses. Dr. Mazumdar wrote, "The moral fall was rapid. The seers and sages lived apart from the masses. They seldom married and were mostly given to religious contemplation. The masses, without proper light and leader, soon became vicious in the extreme. Rape, adultery, theft, etc., became quite common. Human nature ran wild. Brahma (Abraham) decided to reform and regenerate the people. He made the chief sages and seers to marry and mix with the people. Most refused to marry, but 30 agreed." Brahm married his half sister Saraisvati. These sages became known as prajapatis (progenitors).
"Northern Afghanistan was called Uttara Kuru and was a great center of learning. An Indian woman went there to study and received the title of Vak, i.e. Saraisvati (Lady Sarah). It is believed that Brahm, her teacher (and half brother), was so impressed by her beauty, education, and powerful intellect, that he married her." (The Hindu History; p. 48, in passim.)
From the holy community in Southern Afghanistan, similar communities spread all over the world: the whole of India, Nepal, Thailand, China, Egypt, Syria, Italy, the Philippines, Turkey, Persia, Greece, Laos, Iraq, - even the Americas! The linguistic evidence of Brahm's presence in various parts of the world is more than evident: Persian: Braghman (Holy); Latin: Bragmani (Holy); Russian: Rachmany (Holy); Ukranian Rachmanya (Priest; Holy); Hebrew: Ram (Supreme Leader); Norwegian From (Godly). A sacred word among the Hindus was and is the mystic syllable OM. It is associated eternally with the earth, sky, and heaven, the Triple Universe. It is also a name of Brahm. The Aztecs also worshiped and chanted the syllable OM as the dual principal of all creation: OMeticuhlti (Male Principle) and OMelcihuatl (Female Principle). The Mayan priestly caste was called Balam (pronounced B'lahm). Had an "R" sound existed in Mayan, it would have been Brahm. The Peruvian Incas worshiped the sun as Inti Raymi (Hindu Ram).
Names that undeniably derive from Rama literally pepper Native-American languages, especially the languages of those tribes extending from our American Southwest, to Mexico, and all the way to South America, beyond Peru. The Tarahumara Indians of Chihuahua are an ideal example. Their real name is Ra-Ram-Uri. As in Sumeria and Northern India, the Ra-Ram-Uri "Uri" = "People." Because the Spanish "R" is trilled, this "Uri" could also be Udi or Yuddhi, the Sanskrit name for "Warrior; Conqueror." Many Mexican tribes mention that a foreign race of Yuri once invaded their part of the world. The Ra-Ram-Uri sun god is Ono-Rúame. In Kashmiri, Ana = "Favorite Son;" The Ra-Ram-Uri moon goddess, the consort of Ono-RË™ame, is Eve-Ruame. Kashmiri Hava = "Eve, or The Female Principle."
A Ra-Ram-Uri governor is called Si-Riame. In Sanskrit/Kashmiri, Su-Rama = "Great Rama." According to ancient Mexican legends, the Yoris belonged to a tribe called Surem (Su-Ram?) Before the conquest, Central Mexico and the American Southwest, as far as Eastern Colorado, were known as SurÈ. SurÈ = "Sun" in Kashmiri. The Tarahumara cure doctor or spiritual guide is an Owi-Ruame. In Sanskrit, Oph = "Hope." Their devil is called Repa-Bet-Eame. Kashmiri: Riphas (Appearance) + Buth (Malignant Spirit) + Yama (Angel of Death). Many other astonishing Kashmiri/Sanskrit correspondences appear in the Ra-Ram-Uri language. Their relation to ancient Phoenicia, Sumeria, and Northern India is beyond question.



The Phoenicians... global navigators.
Most people think of the Phoenicians as a tribe of sailor-traders that inhabited what is now Lebanon. However, the Pancika or Pani as the Hindus called them, or Puni, by the Romans (a name also derived from Rama), were, like gypsies, scattered all over the globe.
The Spaniards called the land of the Ra-Ram-Uri Chiahuahua, pronounced as Shivava by the natives themselves. In Sanskrit, Shivava = "Shiva's Temple." According to Hindu religious scholars, Ram and God Shiva were once the same deity. Shiva and Yah's (the same one we read about in the Bible) name are also prominent in Native-American religious practices and can be found inscribed as petroglyphs all over the American Southwest. (Refer to my book India Once Ruled the Americas!)
Ayodhya was also another name for Dar-es-Salam in African Tanzania and Jerusalem (Judea). It is true that the Jerusalemites were known as Yehudiya or Judeans (Warriors of Yah), a fact making the Jews' Indian origins incontrovertible.
There was no part of the ancient world, including China, that wasn't influenced by Ram's religious views. For example, Christians and Jews have been brainwashed to believe that Mohammed copied his teachings from Jewish sources. The truth is that in Mohammed's time, Ram or Abraham's theology was the foundation stone of all religious sects. All Mohammed did was to purge them of idol worship.
"...the Temple of Mecca was founded by a colony of Brahmins from India.it was a sacred place before the time of Mohamed, and.they were permitted to make pilgrimages to it for several centuries after his time. Its great celebrity as a sacred place long before the time of the prophet cannot be doubted." (Anacalypsis, Vol. I, p. 421.)
"...the city of Mecca is said by the Brahmins, on the authority of their old books, to have been built by a colony from India; and its inhabitants from the earliest era have had a tradition that it was built by Ishmael, the son of Agar. This town, in the Indus language, would be called Ishmaelistan." (Ibid, p. 424.)

Before Mohammed's time, The Hinduism of the Arab peoples was called Tsaba. Tsaba or Saba is a Sanskrit word, meaning "Assembly of the Gods ". Tsaba was also called Isha-ayalam (Shiva's Temple). The term Moslem or Moshe-ayalam (Shiva's Temple) is just another name of Sabaism. The word has now shrunk to Islam. Mohammed himself, being a member of the Quaryaish family, was at first a Tsabaist. The Tsabaists did not regard Abraham as an actual god, but as an avatar or divinely ordained teacher called Avather Brahmo (Judge of the Underworld).

At the time of Jesus, the respective languages, religious symbolism, and traditions of the Arabs and Jews were nearly identical. If we could take a time machine to the past, most of us would not see any real differences between the Arabs and Jews. History tells us that the Arabs of Christ's time worshiped idols. So did the lower class and rural Jews. For this reason, the Middle Eastern squabble between the Jews and the Moslems and the hate between the Moslems and Hindus in India are ridiculous. The Moslems are fighting the Jews and Hindus, or vice-versa, over nothing. All three groups sprang from the same source.
The Kashmiri-Sanskrit equivalent of Hebron (Khev'run in Hebrew) screams out the Indian origins of Jerusalem's earliest inhabitants: Khab'ru (grave; tomb). (See Grierson's Dictionary.; p. 382.) Even in Hebrew, Kever = "Tomb."
Indian linguist and orientalist Maliti J. Shendge's The Languages of Harappans welds together, once and for all, West Asia and the Indus Valley civilization. Not only does she prove that Harappa was Akkadian and Sumerian, she also proves that the first "Abraham" was none other than Adam before Eve was created from one of his ribs."...it may be said that the region from Tigris-Euphrates to the Indus and its east was inhabited by the Akkadian speaking Semites who later called themselves as Asshuraiu. Their Indian name as known from Rgveda is 'Asura' which is not far removed. That this region should be inhabited by different clans of the same ethos is not very surprising. It would however be wrong to think that it was a racially homogenous group. As our linguistic evidence shows it was a mixed population of the Akkadians and Sumerians. The other ethnic groups also may have been present, whose traces may be looked for in future work. This mixed composition of the population is not inconsistent with the present state of knowledge, as the presence of these ethnic elements in the Indus valley only confirms and extends an identical demographic pattern, which was in existence probably from the earliest times of prehistory and civilization.
"If these Akkadians were the same as the West Asian clan, there should have been an equal preponderance of this primaeval couple in the Vedic mythology. However, beyond one cryptic reference, there is no reference to them. This was baffling. It seemed unlikely that this clan was without the primaeval parents, though their god was Asura. The predominance of Brahman in RV as the primaeval father is there which is also inadequate as he is male principle alone. A close look at Brahman revealed its ancestry to be made of two words Abu + Rahmu which is the primaeval pair in the Semitic mythology. The Akkadian counterpart of Rahmu is Lahmu which later became goddess Laksmi, born in the sea and courted by both gods and demons. Lahmu is a dragon in Akkadian but in Ugaratic Rahmu is the lass of Abu. Brahma (abu + rahmu = abrahma = brahma) all the changes postulated here being covered in the above correspondences, or lass of Abu, the supreme Semitic godhood, has undergone many transformations and has many counterparts in the Indian pantheon, amongst whom is Laksmi one of the important ones being worshipped as the goddess of all material creation. Thus the Asura clan of the Indus valley worshipped Abu-Rahmu as the primaeval couple."
(pp.269 - 270.)
Ms. Shendge's research really strengthens my conviction that the remains of Abraham and Sarai in Hebron may really be those of the real Brahm and Saraisvati. Our Abraham was evidently a priest, perhaps even the founder, of the Abu-Rahmu (Adam and Eve) cultus, who brought his monotheistic religion to West Asia. Though he and Sarai were deified in various forms back in their native India, they remained as humans in Judaism.



viewzone.com



Adem ve Ademoğulları




"Ben Haz. İdris'e dedim ki, etrafımda dolanan bir ruh gördüm. Bana atalarımdan olduğunu belirterek ismini söyledi. Onun ölüm tarihini sordum, bana kırk bin sene önce olduğunu söyledi. Bizim inançlarda Adem'in ne zamanlar yaşadığını sordum. O da, `Hangi Adem'i soruyorsun, Yakın olan Adem mı?' diye sordu. Haz. İdris Buyurdu ki, `Doğrudur ...' "
                              İbn'ül Arabi, Fütühat-ı Mekkiyye (1)

 


Adem ve Ademoğulları



Adem, üç semavi din tarafından ilk insan olarak bilinir. Fars-Sanskrit kökeninde bulunan "adamas" sözcüğü Türkçe'de "adam", erkek olarak yerleşmiştir (2). Bu gösteriyor ki Adem sözcüğü oldukça yaygındır. İbranice'de "kızıl toprak" anlamına gelen Adem, ilk insanın Kızılderili olduğu kanısını uyandırmıştır. Ayrıca, Atlantaloglar arasında Atlantis'in toprağının verimli, voklanik ve demir oksitli oluşundan dolayı kırmızı renkte olduğunu düşünenler de var. Kızılderili, Amerika'nın keşfinden çok önce Grekler tarafından (Atlantisliler gibi) deniz ulusları olan Finikelilere ve Giritlilere denilirdi. Fenikeli (Phoinikia) Grekçe'de Kızılderili anlamına gelir. Ayrıca Mısırlılar kendilerinin aslen Kızılderili olduklarını söylerdi. Blavatsky'e göre, "Gizli Doktrin öğretir ki, Ad-i ilk konuşan insanlara verilen adını... Adam, Sanskritçe Ada-Nath'dır, ve Ad-İswara gibi ilk önder anlamına gelir. Aynı şekilde Ad (ilk)'le başlayan her hangi bir Sanskrit sözcük bu anlamı içerir" (3).
Fenikelerin tanrısı Adonis etrafında, Anadolu ve Orta-Doğu'da yaygın bir kült oluşmuştu. Batı Anadolu'da Frigler ona Attis derlerdi. Sami dillerde Adonis sözcüğü efendi veya önder (hükmeden) anlamını aldı. İbraniler Tanrı anlamıa gelen "Yahweh" sözcüğü boş yere kullanıp on emirlere karşı gelmemek için onun yerine aynı kökenden "Adonay" sözcüğü kullanırlar.
Adem konusu, tarih boyunca çeşitli spekülasyonlara yol açmıştır. Tevrat’ta verilen bilgilere göre, Adem'in ilk oğulları, Habil ve Kabil (Kaini) idi. Kabil öz kardeşi Habil'i öldürdüğü için lanetlenmişti ve Tanrı tarafından yüzüne bir işaret konularak kovulmuştu. Cennet Bahçesi Aden'in doğusunda uzak bir yerde kendine Nod adında bir şehir kurmuştu ve evlenerek çocuk sahibi olmuştu. Onun soyundan Filistin'de Kenanlılar ortaya çıkmıştı. Tevrat'ta bu çelişkili metin (Tekvin, Bap 4) "Adem öncesi" ırkların (Pre-Adamities) varlığı konusunda birçok varsayımlara yol açmıştı. Adem ve Havva'nın oğlu, Kabil'in kendisine karı bulması, hatta şehir kurması aksi takdirde nasıl açıklanır? Ezoterik anlamda din kitaplarında anılan Adem, ilk insan değildi, fakat Atlantis'te ortaya çıkan yeni bir ırkın prototipi idi, ondan önce başka "Adem"ler de vardı. Adem, o halde, belirli bir insan proto-genotip'e verilen bir unvandı. Doğal olarak, ortaya çıktığında diğer aborijin/yerli insan türlerine göre daha gelişmiş olduğunu varsaymak gerekir. Bu sebepten dolayı, Kutsal Kitaplar onun ortaya çıkışı ile, insan prototipin ilk yaratıldığını belirtmişlerdir.
Donelly'e göre cennet bahçesi, Aden, Atlantis'ti. "Aden" sözcüğü "Atlan" kelimesinde türemişti ve Adem sözcüğü "Atlantis ırkı" Ad'lardan türemişti. Tevrat'ta Kenan ülkesinin (Filistin) Aden'in doğusunda olmasının belirtilmesi (Tekvin Bap 4/16) oldukça anlamlıdır. Bu gösteriyor ki, Aden, cennette değil de, yer yüzünde bir bölgedir, ve insanların ana yurdu olan ve tufan öncesi bir yer olan Aden, batıda yer almaktaydı. O halde, Atlantis öyküsü üç “semavi” dinde yer alan öykülere açıklık getirmektedir, ve onlara tamamen uyumludur.
İbranilere göre, ilk insanın kızıl topraktan meydana gelmiş olması ve Platon'un Atlantis'le Amerika arasındaki ilişkinin üzerinde önemle durması, tufan öncesi kayıp ülke ve Amerikalar arasındaki yakın bağı işaret etmektedir. Atlantoloji'nin en kuvvetli kanıtları Amerika'lardan geliyor. Orta Amerika'nın muhteşem uygarlıkları beyaz adamın gelişi ile, dizili iskambil kağıtları gibi yıkılı verildi.
İspanyol konkiskadoru Cortez Meksika'ya istila ettiği zaman, yerliler onu çok iyi karşıladılar, Çünkü efsanelerinde çok eski devirlerde beyaz "tanrılar" gemilerle doğudan gelmişlerdi ve onlara uygarlık öğretmişlerdi. Sonra, tekrar döneceklerine söz vererek doğuda yurtlarına dönmüşlerdi. Kızılderililer köse oldukları halde "tanrılar" aynı Cortes'in yüzbaşısı Pedro de Alvarado gibi sakalı, sarı saçlı, beyaz tenli ve mavi gözlüydü. Kızılderililer onu tanrıları Kuetzalkoatl sanarak önünde secde ettiler. Peru'ya istila eden Pizarro'da aynı sebepten dolayı, bir avuç adamla 10 milyon nüfuslu İncalara karşı kolay bir zafer kazanmıştı, onların tanrıları Virakoşa'nın adı "beyaz adam" anlamına geliyordu.
Ergeç Kızılderililer doğudan gelen bu istilacıların uygar, insancıl ve öğretici "beyaz tanrılar"la hiç bir ilgileri olmadığını öğrendiler. Onların vermeye değil, çalmaya geldiklerini gördüler. Kısa bir sürede, din maskesi ile beyaz adam, kızıl adamın altınlarını, gümüşlerini, ve kıymetli taşlarını soyacak; sanat eserlerini, heykellerini, edebiyatlarını yok edeceğini; kültürlerini silmek için elinden geleni yapacaklarını göreceklerdi. Kızılderililere ruhsuz bir boşluk çökmüştü, tarih boyunca gurur duyduğu ananeler küstahça ayak altında ezilmişti. Yeni gelen bu acımasız insanlar, onun kutsal topraklarına yerleşiyorlardı; onun kucak açtığı doğayı tahrip ediyorlardı. Eski, çok eski uygarlıkları sönüyordu. İspanyol Krallı II Philip'e, Peru'daki İnkalar ile ilgili rapor veren Manico Serra de Leguicamo, onların beyaz adam gelene kadar suç ve ahlaksızlık bilmediklerini, fakat sonradan beyaz adamı örnek alarak, hızla değiştiklerini yakarmıştı, "orada kötülük yoktu, şimdi neredeyse iyilik kalmadı" (4).
Atlantis'nin en kuvvetli kanıtlarından biri Meksikalı Azteklerin kendilerine Azt'ler olarak tanımlamaları ve batıda "Aztlan" adında "sula çevrili ve büyük bir dağın bulunduğu bir ülke" den geldiklerini belirtmelerinden kaynaklanıyor. Atantis tezine karşı olanlar, Azteklerin 12. asırda geldiklerini işaret ediyorlar. Ancak onlar, ne Azteklerin bir deniz kültüründen geldiklerini, ne de "Aztlan"ın nerede olduğu konusunu açıklama getiremiyorlar (5). Kristof Kolombo'nun Amerika'ya ilk indiği yere yakın, Atlan adında bir yerleşim bölgesi varmış. Ayrıca Peru'da Atlan isminde bir liman vardı. İspanyollar Meksika'ya girdikleri vakit Atlan isminde beyaz yerlilerin bulunduğu bir yerleşim bölgesi buldular. Kızılderili dillerde "atl" su anlamına gelir ve "atlan" le biten pek çok yer ismi vardır. 
Kuran'da söz edilen Ad kavmine gelince, M. Asım Köksal'ın Peygamberler Tarihi şöyle yazar,"Ad kavminin yurtları; Hudramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yerler olup Allah'ın yerlerinden, en genişi, en otlu, sulu, bol nimetli olanı idi. Başkalarına verilmeyen boy bos, güç kuvvet de, onlara, verilmişti ... Onlar, inatçı bir zorbanın emrini tutup ardından gittiler de: `Kuvvetçe, bizden daha güçlü kim varmış?" diyerek yer yüzünde büyüklük taslamağa, memleketlerinde azgınlık ve fesatlarını artırmağa, halka zülüm etmeğe başladılar"(6).
Bundan sonra Hud peygamber'in ikazlarına dinlemeyerek Tanrının gazabına uğradılar. Bir kara bulutun ardından gelen kasırgada yok oldular. Halen kadim megalit (büyük taş) harabelere Araplar "işte Ad kavimden arta kalanlar" diye gösterirler. Soy kütükleri Tekvin'de Nuh oğlu Ham'ın soyundan Ad olarak gösterilen bu kavime gelen felaket Atlantis tufanından sonra olması gerekir. Ancak onlar, tufandan kurtulanlar arasında olup, Nuh soyundan ayrı bir kavim olabileceklerini de hesaba katmamız gerekir. Bu durumda onların iri lanetlenmiş Titan-Nefilim soyundan olup, Atlantisli atalarının "Ad" ismini kullanmaları doğaldır.
Türkçe'de "ata" sözcüğün Atlantis'le ilgili ilkel bir anı içerebilir. Linguist ve Anlantolog Charles Berlitz aşağıdaki cetveli (7) hazırlamıştır:
               Bask                                       -       ait
               Quechua                                -       taita
               Türkçe ve Türk dilleri         -       ata
               Dakota (siyu)                        -       atey
               Nahuatl                                  -       tata
               Semiole                                   -       initati
               Zuni                                         -       taççu (tatçu)
               Malta                                      -       ta
               Tagalog                                   -       tatay
               Welsh                                      -       tad
               Roumani                                  -       thatha
               Fiji                                           -       tata
               Samoa                                     -       tata

Ayrıca, Latince'da Pater söcüğü unutmamak gerekir. Grek mitolojisinde "titan" aynı kökten geldikleri kanısındayız. İlerdeki sayfalarda göreceğimiz gibi büyük olasılıkla titanlar Atlantis'in yerlileriydi. Tamamen varsayımlara dayanarak, Türkçe'de "ata" sözcüğü Atlantis'li Ad'lara dayanan bir soy kütüğün göstergesi olabilir mi? Ada sözcüğü Atlan'dan türemiş olabilir mi? Bu konuda bir varsayım ileri atmaktan ileri gidemeyiz. Aynı şeyi Poseidon'a kutsal olan ve bazılarına göre soyları Atlantis'te gelişen at için denilebilir mi? Atın ilkel türleri Amerikalarda bulunduğu halde, onlar oradan binlerce sene önce yok oldular. İspanyollar Amerika'ya ilk atları getirdikleri zaman yerliler ilk başta, İspanyolları yarı at yarı insan bir yaratık sandılar.


Tekvin'e göre, Adem'in yaratılışından tufan'a kadar 10 nesil geçmişti. Her neslin başında bir önder (patriarch) vardı. Bunların birincisi Adem ve onuncusu Nuh'tu. Onların yaşları gümümüzdeki insanlara göre oldukça fazlamış. Bu konuda Metuşelah 966 senelik ömrü ile rekoru tutuyor. Bazı araştırmacılar bu yılların aslında ay hesabı olduğu kanısındalar. Platon'un kaydettiği Atlantis'in batış tarihini bu kameri hesapla düşürmeye çalışanlar da olmuştur. Ancak, Tekvin'in yazarı veya yazarları onları yıl olarak gösterir. Tekvin'e göre tufandan sonra insanın yaşama süresi yıl itibari ile, gittikçe azaldı. Platon'un Atlantis’inde 10 kral olması ve Berosus'un tarihinde tufan öncesi 10 kral olması, geçen yüzyıllarda Batı dini çevrelerde gözden kaçmadı, ve Platon'un öyküsü Tevrat’la karşılaştırıldı. Bir çok benzerlikler çeşitli din adamları tarafından Platon'un öyküsün kutsal kitapları doğruladığı görüşüne sevk etti.
Tekvin'de diğer bir bölüm oldukça anlamlıdır, "Ve vaki ki toprağın üzerinde adamlar çoğalmağa başladı, ve onların kızları doğduğu zaman, Tanrı oğulları adam kızlarının güzel olduklarını gördüler, ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. Ve Rab dedi, Ruhun adam ile ebediyen çekişmeyecektir, çünkü o da ettir, bunun için onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır. Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları, ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim (devler) vardı, bunlar eski zorbalar, şöhretli adamlardı" (Tekvin Bap 6).
Bu yazımızda biraz olta atacağız belki de zaman zaman sizce fazla uçuk ve fantastik gelebilecek olasılıklarla flört edebiliriz, ancak asıl amacımız bir şekilde gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Kitabi Mukaddes'te (Eski Ahit ve Yeni Ahit/İncil) Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı "Enok'un (Haz. İdris) Sırlar Kitabı"dır(8). Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır.İkinci ve çok daha uzun kitap ise "Enok’un kitabı"dır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmişti (San Augustine "Tanrının Şehri") ve kitabın 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, eski ahit külliyatından çıkarılmasına, yüzyıllardır ortandan kayıp olmasına sebep vermişti (9). Bu kitaba göre Samael tarafından idare edilen melekler Hermon dağına inerek insanlara büyü, savaş, kozmetik gibi yasak sanatları öğretiler. Daha sonra başmelek Mikhael'in önderliğinde dört baş melek Rafael (İsrafil) Mikayil, Cebrail ve Uriel onları bağladılar yeraltına inen bir çukura atılar. Bundan böyle bu dört başmeleğe "Denetçiler" denildi ve onlar dört istikameti, Doğu, Güney, Batı ve Kuzeyi uykusuz gözleriyle gözetlediler. Harut ve Marut gibi düşmüş melekler efsanesi böyle gelişti ve daha sonra Legemeton gibi Haz. Süleyman'a addedilen büyü kitaplara malzeme oldular. Bu da ayrı bir hikaye. Belki de Blavasky'nin dediği gibi kutsal metinlerin ezoterik şifrelerini çözmede 7 anahtar kullanmamız gerekir. Tekvin'de söz edilen varlıklar melek değil de fiziksel olmalı ki Ademoğullarının kızları ile ilişki kursunlar ve çocukları olsun.      
Ademoğulları ile birleşerek bir melez ırkı doğuran Tanrı oğulları kimdi? Gerek Tevrat'ta gerek Ölü Deniz'de bulunan Esen kayıtları anlatıyor ki, insanoğulları kadim bir devirde bir genetik aşılanma gördüler. Bu o kadar açıkça ifade edilmiştir ki bazı arkeolojik ufologlar uzaydan astronotların (tanrıların) gelip insan evrimini geliştirmek için böyle bir işlemde bulundukları olasılığı ciddi ciddi ele almışlardır. Her ne kadar bu yazarlar, kendi tezlerini doğrulamak için bir takım asılsız benzetmeler ortaya atmışsa, Tanrı oğullarının kim oldukları konusunda, kimse tatminkar bir çözüm getirememiştir ve binlerce sene önce, uzaydan gelen ve insandan daha gelişmiş, ancak yinede humanoid (insan türününden) olan varlıkların, insan evrimini hızlandırmak için bir genetik aşılama yapmaları modern mitoslardan da biridir. Böyle bir tez doğruysa, o zaman onların insanlarla ortak bir kaynak paylaşmaları gerekir, aksi takdirde onların ne humanoid olmaları, ne de Ademoğullarının kızlarından çocuk yapmaları olasılığı vardır. Bu da spekülasyonlar için yeni sahalar açmaktadır, ancak bütün bunlar, tabii ki, birer varsayımdır.
Kayıtlar insanı kolayca böyle bir düşünceye sevk ediyor. Tanrı oğulların (Beni Elohim) yaratığı bu melez ırk, Grek mitolojisinde Titanlar'a benzer. Platon'un belirtiği gibi bir "tanrı" olan Poseidon yerli bir kadınla birleşerek Atlas ve diğer Titan kardeşlerini doğurdu. Platon'a göre, Atlantis'i yöneten sınıfta tanrı soyu vardı, ancak zamanla tanrı soyu insan soyuna nispeten azalmıştır ve Atlantis'de bir çöküş, bir dejenerasyon başlamıştı. Onlar "yüce ideallerinden sapmaya" başladıkça, sonları hazırlanmaya başlanmıştı. Burada kullanılan "tanrı" sözcüğü ele alırken, unutmamak gerekir ki, farklı kültürlü bir toplumdan çevrilmiş bir terimdir. Platon tek bir Tanrı'yı öğretirdi, küçük harf başlıklı "tanrı" sözcüğü ise büyük harf başlıklı "Tanrı" ile aynı şey ifade etmez.
Irk kavramları, İkinci Dünya Harbinden sonra tabu bir konu haline gelmiştir. Ancak, materyalist bir temele dayanan ve Üçüncü Reich mitosunu oluşturan "herenvolk", "ırk saflığı" gibi görüşler yerine, bu kadim görüşlerde melezliğin işlendiğini görüyoruz. Ancak, Nuh soyu için, ırk saflığını korumak gibi adetlerin varlığı metinlerde gözükmektedir. Bu, hem Yafeti bir kökenden gelen Ariler için, hem de Sami bir kökenden gelen İbraniler için geçerli olmuştur. Musevilerin ırkları dışında evlilik yapmaları tabu olduğu gibi, Ariler de benzeri uygulamaları Hindistan'da yürüterek kast sistemini oluşmuşlardır. En üstte Ari soyundan Brahminler vardı. Onların diğer kastlerle evlenmeleri bir tabudu. Hatta, en alt tabakayı oluşturan Sudralar dokunulmazdı. Bu adet de, Nuh soyundan olmayan kavimlerinin varlığını ima etmektedir.
Ezoterik açıdan, bedeni esas alan "ırkcılık" tezleri geçersizdir. Çünkü beden ruhun bir aracıdır. Reenkarnasyon yolu ile ruh farklı ırklara, kültürlere enkarne olmaktadır ve böylece deneyimleri zenginleşmektedir. Ancak, makro düzeyde, kitlesel açıdan ruhsal evrime paralel olarak gelişen ruha daha uyumlu bir araç sağlamak üzere insan bedeninin de bir evrimden geçirmesi söz konusudur. Bu sebeple Nazilerin zorla, kan dökerek empoze etmek istedikleri ırksal evrim, aslında doğal ve birazda planlı ve bilinçli (eugenics) yöntemlerle, ırk ayrımına yer vermeden ileri ki yılarda gerçekleşecektir.     
O halde, bazı kadim öğretilere göre, soyumuzda her türlü karışımdan geçen biz insanlar, aslında melez bir ırkız, ve hemen hemen her birimiz, her ırktan olanımız, tarih öncesi unutulmuş göçler sayesinde, bu sözde "tanrıların" kanını az veya çok taşımaktayız. Ancak, Nuh peygamberi ile ilgili kayıtlar bu tür bir aşılamayı desteklemekle birlikte, aynı zamanlarda farklı türden bir mütasyonu da kutsal kitaplarda ele alındığını görüyoruz.

" O günlerde Nuh gördü ki, dünyanın ekseni eğildi, ve felaket yaklaşıyordu. O zaman ayaklarını kaldırarak dünyanın ucunda büyük babasının babası, Enok'un (İdris) bulunduğu yere götürdü. Ve Nuh acılı bir sesle üç kez haykırdı: Dinle, dinle, dinle, söyle dünyada neler oluyor? Yeryüzü zorlanıyor ve şiddetli bir şekilde sarsılıyor."
                               Enok'un Kitabı (64/ 1-3)
  

Nuh ve Nuhoğulları

Genelde, insan tarihinin 10,000 sene önce biten son buzul çağın gerilemesiyle başladığı inanılır, tabii burada taş devrinden başlayan yükselişten söz ediyoruz. Atlantis'in olması gerektiği çağda dünyanın büyük kısmı buzlarla örtülü olmalıydı. Bu buzlar hemen hemen Kanada'nın ve Kuzey Avrupa'nın çoğunu kapladığı gibi Güney Amerika'nın bazı kısımlarını örtüyordu. Demek oluyor ki, dünyanın etrafında ince bir kuşak uygarlığı barındıracak durumdaydı. Aslında dünyanın şimdiki durumu bundan iyi olmakla beraber yine de, onun yuvarlak oluşu ideal iklim açısından güneşi bazı yerleri fazla, bazı yerleri az ısıtmaya ve aydınlatmaya yol açıyor. Ancak, buzul çağı ile ilgili bilmediğimiz birçok şey vardır. Buzul çağların neden olduklarını bilim adamları saptayamamıştır. Bir takın hipotezler ortaya atılmıştır. Güneşte periyodik olarak ısı gücün azaldığı veya güneş sistemi zaman zaman soğuk alanlara girdiği ortaya atılmıştır. Ayrıca son buzul çağında tropik iklimlerin bitki ve hayvan çeşitlerinin bulunması iklim kuşaklarının yer değiştirdiği tezini güçlendiriyor.
Bilindiği gibi İbranilerin kutsal kitapları arkeoloji ve tarih açısından genelde oldukça güvenilir kaynaklar oldukları saptanmıştır. Ancak kronolojik kayıtlar daha eski çağlara indikçe güvenilirliği de aynı oranda azalmaktadır. Dünyanın Tevrat'ta belirtildiği gibi 6000 yıl önce yaratılmadığı ve en az dört buçuk milyar yıllık ömrü olduğu artık herkes tarafından biliniyor. Oysa, 1654 yılında, Ussher adında bir İrlandalı Başpiskopos, Tevrat'taki verilere dayanarak yaratılışın M.Ö. 4004 yılında, 26 Ekim sabahı, saat dokuzda başladığını iddia etmişti. Bazı metin ve hadislere dayanarak, dünyanın yaratılış süresi olan 6 günü, her günü 1,000  veya 50,000 yıl ile çarpsak yinede alınan netice tatminkar değildir. O halde, eski İbrani metinlerinin Kuran'da belirtildiği gibi tahrifata uğradığı kanısına varmak mümkündür. Oysa, mecazi açıdan, Kuran'da da belirtildiği gibi, Yaratılışın sürdüğü 6 günün, aslında farklı anlama geldiği, ilerdeki bölümlerde ele alınacaktır. "Gün" denildiği zaman belirli bir devreyi (bir siklüsü) tamamlayan bir süre düşünüldüğü ortaya çıkıyor. Kutsal kitaplarda (Kuran, İncil ve Bhagavad Gita) bu bazen 1000 yıl olarak ifade edilmektedir ("Tanrının nezrinde bir gün bin yıl gibidir"), 6 gün için daha farklı yaklaşımlar da söz konusu. Bu konuyu kapsamlı olarak "Siklüsler" adlı bölümde ele alınacağız.
Aynı şekilde, Atlantoloji açısındanda, Nuh tufanı M.Ö. 2500 veya 3000 değilde, M.Ö. 10.000 civarında olması mümkündür. Bu tarihlerde, büyük olasılıkla, önce açıkladığımız gibi dev bir  asteroid'ın yeryüzü ile çarpışması, ya dünyanın yörüngesini güneşe daha yakın getirmişti, veya eksenini değiştirerek yine buzul alanları yaratıp eski buzul alanın erimesine yol açmıştır. Böylece, kutuplarda yer değişme iklim değişliklere de yol açması gerekir. Kutuplarda buzların altında bulunan ormanları, aksi taktirde nasıl açıklarız. İlginçtir ki, gerek Enok'un kitabında gerek Herodotus' un Mısır rahiplerinden duyduklarında ve nice eski kayıtta böyle bir eksen değişikliği olduğu açıklanıyor. Mısırlı rahiplerin Herodotus'a anlattıklarına göre Güneş bir zaman batıdan doğuyormuş be doğuda batıyormuş ve dünya birkaç kez eksen değiştirmiş.
Çarpışma yerinin büyük olasılıkla Atlas Okyanusunda, belki de Meksika körfezinde olması okyanusdaki kara parçaları volkanik patlamalar eşliğinde denizin dibine sürükledi. Amerika kıtasında incelemeler oranın belirsiz bir geçmişte, büyük bir meteor yağmuruna tutulduğun göstermiştir. Aynı şekilde Büyük Okyanusta bir zamanlar böyle bir meteor yağmuruna maruz kalmıştır. Gökten gelen felaketin sonucunda Atlantis kıtası batmıştı, bazı dağ tepeleri de okyanus ortasında adalar olarak kalmıştır. Bir taraftan kara parçaları çökerken, başka kara parçaları yükselmeye başlamıştı, bunların arasında Ant dağları, Cordilleras dağları, Himalayalar, Pamir dağları ve Kafkas dağlarını sayabiliriz. Hayvan sürüleri, doğa örtüleri ve insanlar toplu olarak öldüler. İnsanların uygarlık anıtları yeryüzünden silindi.
O halde, insan tarihin dünya geçmişi açısından bu kadar kısa bir süre önce başlamasına şaşmamak gerekir. İnsanlar her şeyi yeniden başlamaları gerekirdi. Bu öykünün doğru olmadığını savunanlar, Platon'un belirttiği tarihten çok sonra yazı ve uygarlığın geliştiğini belirtiyorlar. Ancak mevcut arkeolojik bulgulara dayanarak M.Ö. 8-9 bin yıl önce Konya yakınlarında Çatalhöyük'te gelişmiş şehircilik olduğunu gösteriyor(10). Yazının nispeten yakın tarihte gelişmesi, onun bir felaket öncesi uygarlıkta bulunmaması anlamına gelmez. Yaşlı Mısırlı rahip bilginin yazının unutulması konusunda verdiği açıklamalar bu konuda yeterlidir. Arkeolojik buluntular, uygarlık gereçlerini, bilim ve sanatları gittikçe daha geri bir tarihe atıyor.
Binlerce yıl önceki bu felaketten bir kaç insanın kurtuluşu, tarih boyunca unutulmayan bir öykünün konusu olmuştur. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu öykü dünyanın her tarafında korunmaktaydı. Şüphesiz, bunun sonucu olarak diğer felaketlerde olduğu gibi, bir çok hayvanların nesli tükenmişti. Bilimsel bir varsayıma göre, bu devirde (11 bin sene önce) 40 milyon hayvan aniden öldü.
Nuh peygamberinin bu devirde yaşadığını varsayımına dayanarak onunu bu felakette hazırlıklı olduğu belirtiliyor. Gemisinde ailesi ile birlikte hayvan neslinin seçkin çeşitlerini de almış. Büyük olasılıkla, o devirde bol çeşitleri olan vahşi ve dev cüsseli hayvanlar yerine evcil hayvanların felaketten kurtulmaları, ve gelecekte insan yararına nesillerini devam etmeleri öngörülmüştü. Ayrıca, Kutsal metinlerde açıkca belirtilmediği halde, tarıma elverişli bitkilerin ve meyve ağaçların filizleri de taşındığını kabul edebiliriz. bu konuda bazı belirtiler vardır.
Ancak, dünyanın her tarafında yaygın olan tufan mitoslara dayanarak, öyle sanıyoruz ki, dünyanın çeşitli yerlerinde başka kurtulanlar da vardı. Onlar, "ikinci Adem" olarak değerlendirilen Nuh'tan farklı olarak hazırlıklı değillerdi. Kurtulmaları genelde şans eseriydi. Bu kurtulanlar arasında Ad soyundan olanlar da vardı, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan "Adem öncesi" ve tanrı soyundan aşılanmamış, aborijin ırklar da vardı. Bu yüzden Nuhoğulları ve Ad'lar ırklarının "saflığını" korumak için türlü yöntemler aldılar, ve tarih boyunca görülen ve çeşitli kutsal kitapta yazılan (aborijin) yerlilerle ilişki yasağı sürdürüldü. Ancak, bu uygulanma doğal olarak pek başarılı değildi.
1947 yıllında, Ölü Denize yakın Kumran mağrasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatın en eski örneklerini oluşturuyor. Bulunan bir yazıta göre Haz. Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Haz. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler" in soyundan gelmediğini ancak "meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok (Haz. İdris)'a danıştıktan sonra inanmıştı (11).
Kumran'da bulunan bu yazıtların Haz. İsa'dan yüz sene önce yazıldığı dikkate alınırsa onların değeri anlaşılır. Her ne kadar Enok'un kitabı San Augustin tarafından belirtiildği gibi kadimliğinden dolayı tahrifata uğramışsa da, Kumran yazıtları ile ilginç benzerlikleri vardır. Orada Haz. Nuh ile ilgili şunları yazılıyor: "Bir süre sonra, oğlum Mathusala, oğlu Lamek için bir eş aldı. O ondan hamile oldu ve bir çoçuk doğurdu. O çocuğun etti kar gibi beyaz ve gül gibi kırmızıydı, saçları yün gibi beyaz ve uzun, gözleri güzeldi. Gözlerini açtığı zaman evi güneş gibi aydınlat ı... Ve babası Lamek ondan korktu ve koşarak Mathusala'ya gitti ve şöyle konuştu, Ben başka çocuklara benzemeyen bir oğul doğurdum. O insan değil gibi, fakat gökyüzü meleklerinin çocuklarına benziyor. O bizden farklı bir yapıda ve hiç bir şekilde bize benzemiyor ... Ve şimdi, babam sana gerçeği öğrenmek için atamız Enok'a gitmeni yalvarırım, çünkü onun yurdu meleklerledir" (Enok'un kitabı 105/1-6). O halde, eski kayıtlar tufanla silinen eski dünyadan, Nuh ve soyu yeni bir insan prototipi olarak kurtulduğunu belirtiyor. Bu soyun eski Kızılderili ademoğulları ve melez dev ırk yerine beyaz ırk olduğu görülmektedir.
Daha önce belirtimiz gibi, Blavatsky'e göre Atlantisliler dördüncü kök ırka mensuptu, üçüncü kök ırk'ta Lemuryalılar'dı (Mulular), her bir ırk bir felaketle yok olduğu gibi, kurtulanlar, bir sonraki ırkın atalarını oluşturup yeni bir ırk oluşturmuşlar. Bizim de beşinci kök ırktan olduğumuz söylenir ve altıncı kök ırk oluşmaktadır.
Tevrat'ta göre, Nuh'un gemisi Ararat dağında demirlendi. Her ne kadar bu bize olasılık dışı gibi gelse, jeolojik kanıtlar o bölgenin bir zaman su altında olduğunu gösteriyor. Civarda bol miktarda deniz fosilleri ve tuz kristalleri vardır. Van göllünün tuzlu olduğu ve deniz balıkları bulunduğu bilinir. Bunun dışında Ararat'ın tepesinde doğru veya yanlış gemi kalıntıları bulunduğu söylenir. Zaman zaman, bu parçalar incelenmek üzere indirilmişti (12). Bu konuda ilginç iddialar var, çeşitli belgeler ve fotoğrafları içeren kitaplar yazıldı. Keşif heyetlerinin araştırmaları düzenlendi.
Bu iddiaların gerçek olup olmadığını bilmiyoruz, ancak kutsal kitaplardaki her öykünün arkasında bir gerçek payı vardır. Nuh'un üç oğlu Yafes, Ham ve Sam'dan bütün ırkların türediği inanılır. Yafes'ten “beyaz” ırk, Sam'den Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı, ve Ham'dan Kuzey Afrikalılar türediği yazılır.  Tevrat'ta bu üç oğlun soylarını ayrıntılı olarak açıklıyor. Bu soy isimleri aslında bir çoğu Anadolu'da olmak üzere bir çok kavim ve halkların isimlerinden başka bir şey değildir.
Bu konuda birinci asırda yazılan Flavius Josephus'un İbraniler tarihi ayrıntılı bilgi veriyor (13). Josephus bu konuda şöyle yazıyor, "Nuh'un oğulları üçtü, tufandan yüz sene önce doğan Sam, Yafes ve Ham, [Tufan'dan sonra] dağlardan vadilere ilk inip ev kuranlardandı. Tufanı anımsayarak alçak arazilere inmekten büyük korku duyanları da ikna ederek önderlik yaptılar (1-4-1)". Onlar biliyorlardı ki yaşlı Mısırlı rahibin belirttiği gibi bir tufan olduğu zaman, dağlarda yaşayanlar kurtulur ve vadi ve ovalarda yaşayanlar silinirdi. İlginçtir ki, Orta-Amerika kızılderilileri, gelen ilk beyaz adamlara, piramitlerin tufandan korunmak, yükseklere tırmanmak maksadıyla yapıldığını söylemişlerdi.
Josephus'un tarihi, Tekvin'deki verilere dayanarak Nuhoğulları için şöyle yazıyor: "Nuh'un torunları anısına kurdukları devletlere kendi isimlerini verilmiştir. Yafes'in yedi oğullu vardı, onlar ilk başlarda Toros ve Amanus (Klikya) dağlarında yerleştiler, sonra Asya'ya doğru Tanais nehrine kadar, ve bir kolu Avrupa'da Kadiz [İspanyada Cebelültarık'ın ağızında ve Atlas Okyanus kıyısında bir şehir]'a kadar yol aldı ve daha önce başkaları bulunmayan ülkelerde yerleşerek, kendi adlarını verdiler. Yafes'in oğlu Gomer Grekler'in Galata [Ankara çevresinde bir Kelt Devleti, ayrıca Fransa'da aynı halk Gal'ler] dedikleri fakat o zamanlar onlar Gomerliler olarak bilinirdi. Magog, Magogitleri kurdu, onlara Grekler İskitler derlerdi. Yavan ve Madai'a gelince, Madai'dan Madianlar geldi. Onlara'da Grekler Medes [İranlı bir kavim] derlerdi. Oysa, Yavan'dan İyonyalılar ve bütün Yunanlılar gelmiştir. Thobel, Thobelitleri kurdu, onlardan da bütün İberler gelir. Mosocheniler Mosoch tarafından kuruldu onlara şimdi Kapadokyalılar (Göreme, Nevşehir) denilir. Halen onlarda eski adlarını gösteren Mazaca (Kayseri) şehri vardır. Anlayana bu gösterir ki, bütün devlet bir zaman o ismi taşırdı. Thiras aynı zamanda hükmettiği halklara Thiraslılar derdi, ancak Grekler onların adlarını Trakyalılar olarak değiştirdiler. Yafes'in soyundan ilk yerlileri olan devletleri adedi çoktur. Gomer'in üç oğlundan Aschanax, Aschanakslılar gelmişdir, artık onlara Grekler tarafından Rhegin [Güney İtlaya'da]'ler denilir. Aynı şekilde Riphath'da Riphalılar Paphlagonlar [Anadolu'da Karadeniz kıyısında yaşayan bir topluluk] ismi türedi. Grekler'in Frigler (Batı Anadolu'da bir devlet) dedikleri Thrugramma'dan türeyen Thrugrammalılar'dı. Yavan'ın üç oğullundan Elissa, Eliselilere adını verdi, onlara şimdi Aioller (Batı Anadulu'da) denir. Tharslar'dan Tarsus ismi alındı, ki bu Klikya'nın eski adıydı. Bunun belirtisi şöyledir, onların en kayde değer şehirlerin ismi Tarsus'dur bu adda theta yerine Tau harfini değiştirmek suretiyle elde edilmiştir. Cethimus, Cethima adasını almıştır, ona şimdi Kıbrıs denilir. Bu nedenle İbraniler adalara ve deniz kıyılara Cethima derler. Kıbrıs'ta bir şehir eski adını belirtisi korumuştur, o da Grekler tarafından Citius denilir, fakat yerliler tarafından Cithim denilir..."
"Ham'ın çoçukları Suriye, Amanus ve Libanus dağlarına kadar yayıldılar... Chus'tan Habeşliler geldi. Halen'de günümüzde onlara kendileri ve başkaları tarafından Kuşit'ler denilir. Mestre ismi halen Mısır'da oturanlara Mestre'liler olarak korunmuştur. Phut Libya'nın ilk yerlisiydi... Grek coğrafya'cılar oradaki nehrin ve yerin ismi Phut'tan değiştiğini kaydetmişlerdir. Şimdeki ismini Mesraim'in oğullarından biri olan Lybyos'tan almıştır... Sabas, Sabileri kurmuştur..."
"Sam, Nuhu'un üçüncü oğullunun beş oğullu olmuştur. Onlar Fırat nehrinden Hint Okyanusa kadar olan bölge'de yerleştiler. Elam Pers'lerin (İran) atası olan Elamlıları kurdu. Ashur Nineve şehrinde oturdu ve halkına Assuriler dedi...Arphaxad, şimdi Keldani'ler denilen Arphaksadlılar'ı kurdu. Aram, şimde Suriyeliler fakat önceden Aramiler denilen topluluğu kurdu. Laud, şimdi Lidyalılar (Batı Anadolu'da) fakat önce'den Lauditler olarak bilinen devleti kurdu. Aram'ın dört oğulundan Uz Teachonitis ve Şam’ı kurdu...Uz Ermenistan'ı kurdu... (1-6)". Josephus bundan sonra Arphaxad'ın soy kütüğün inceleyerek Haz. İbrahim'e kadar getiriyor. Bilindiği gibi kutsal kitaplara göre, Haz. İbrahim'in bir oğullundan İbraniler, diğer oğulundan Araplar türemişti.
Kayıtlara göre, Atlantisliler Nuh yönetiminde bir dağa yerleştiler. Bu dağ Tekvin'e göre Ararat dağı, Kuran ve Suryani Tekvin'ine göre Cudi dağı ve diğer tradisyonlarda farklı dağlardı. Unutmamak gerekir ki olay çok eskidir ve kulaktan ağza geçerken ve yazıtlar kopyalanırken insanlar sürekli bildiği ve onlara yakın olan yerlerin isimlerini yerleştirmeye yönelirlerdi. Atlantis felaketinden diğer kurtulanlar dağlık bölgelerde yerleştiler. Kafkas dağları, Pireneler ve Atlas dağlar onların odaklandığı yerler olduğu kanısındayız. Burada yerleşmiş olan Kafkasyalılar, Basklar ve Berberler aynı soydan geldiği anlaşılıyor.
Ararat dağına yakın olan Kafkas dağları büyük göçlerin başladığı bir yerdir. "Beyaz" ırka Batıda kokazik (kafkasyalı) denilmesi oldukça anlamlıdır. Ömer Büyükata'nın değerli çalışmaları (14) bu konuyu ayrıntılı bir şekilde aydınlatıyor. Ona göre Apas kelimesi ve Yafes (Japhet) ile aynıdır, hatta Bask ve Pelask aynı kelimenin zamanla değişmeye uğramasından kaynaklanıyor. Toponymy (bölge ve yer isimleri)'e dayanarak Büyükata bu göç yerleri belirtiyor. Pelasklar, Akdenizin Grek öncesi yerlileri idi ve Yunan kültürünü büyük çapta etkilemişlerdi. Dünyanın en kadim dillerinden birine sahip olan Basklar, Atlas dağlarında yaşayan Berberler ile akrabalıkları vardır. Cohane'e göre Berber, İber kelimesinden kaynaklanıyor(İber-İber). Aynı şekilde, Britanya (İnglitere) ve Breton (Batı Fransa) aynı kelime kökenindendir(Britler), ve çok eski çağlarda megalit (büyük taş) inşatlar yapan gelişmiş bir İberik akımın kalıntıları İnglitere, Batı Fransa, İrlanda gibi Atlas Okyanus sahili ülkelerde görmek mümkündür (15). Son bulgulara göre bunların sanıldığından daha eski oldukları ortaya çıkmıştır.
Sekiz senelik bir araştırma sonucu kitabını yazan Cohane, toponomi'e dayanarak dünyayı saran bir kadim kültür kalıntısı konusunda ilginç neticelere varmıştır. Birbirinden yakın neticelerine varan Büyükata ve Cohane'nin çalışmaları şaşılacak benzerlikler arz ediyor. Ancak, ne yazık ki Batı edebiyatı, Kafkasya konusunu ihmal etmektedir. Roma çağında Kafkasya İmparatorluğa bağlı bir eyaletti, adıda aynı İspanya'nın antik adı gibi "İberia"dı. Kafkasyalıların eski adı Adigeler'di. Başka bir değişle, Ad'lardı.
Atlas Okyanusun sahilinde yerleşmiş olan Baskların dilleri Orta-Amerika'da Maya diline çok yakın bir benzerliği vardır. Bask efsanelerine göre ataları mağaralarda saklanarak felaketten kurtulmuşlar. Baskların eski bir adeti Kızılderili uygarlıklarındaki gibi 20'lerle saymaktı. Bu adet halen Fransızların 80 rakamı 4 adet 20 ile dille getirmeleri şeklinde kalmıştır. Baskların "jai alai" ismindeki top oyunları Mayaların "pok-a-tok" oyunlarına benzer. Kan grupları da diğer Avrupalılardan farklıdır (rh negatif ve AB ve O grubu ağırlıklıdır).
Baskların M.Ö. 10,000 sene Avrupa'yı batıdan istila eden Kro-Magnonların bir kalıntısı oldukları inanılır. Kro-Magnonların beyin kapasiteleri (1600cc) bugünkü insanlardan (1400cc) daha büyüktü. Bu günkü insanlardan daha iri ve boyludular (182-195 cm.) (16). Bu insanların belki en son türleri Kanarya adalarında bir zamanlar yaşayan Guançlardı, soylarını İspanyollar tamamen tüketildi. Guançlarda ölülerini mumyalama gibi birçok kadim gelenekleri mevcuttu ve değik fiziksel özelliklere sahip oldukları söylenir. Aynı şekilde Peru ve Paskalya adalarında yaşayan "Uru" lar yakın zamanda yerliler tarafından tamamen öldürüldü. Bu ada halkları günümüzün insanlarına göre iri ve boyludular.
Atlas Okyanusun Batı sahilleri şu anda Keltler adında sonradan gelme halklarla çevrilidir. Bunlar İskoçyalılar, İrlandalılar, Galler, Cornwallılar ve Bretonlardır. Konuştukları diller Kafkas dillerine benzerlik gösterir. Onların binlerce sene evvel Kafkasya'dan göç ettiklerine dair efsaneleri vardır. Atlas Okyanusuna geldikleri zaman kendilerine benzeyen İberlerle hemen kaynaşmışlardı. Keltlerin izlerini Anadolu'da da bulmak mümkündür, bir zamanlar Ankara yakınlarında bir Galata devleti vardı (17). İskoçların çaldığı tulumun (bagpipes) ve Bretonlar'ın çaldığı biniou'a benzeri müzik aleti, Basklar'da ve Karadeniz sahilinde Kafkas soyundan olan Laz'larda tulum halen çalınır.
Amerika kıtasından gelen tarım ürünler çoktur. Yüzlerce bitki arasında patates, domates, çilek, salatalık gibi ürünler beyaz adam gelmeden evvel Amerika'da, çoğu And dağlarında yetişiyordu. Soframıza kurduğumuz sebze ürünlerin yarısı Amerika'ların keşfine borçluyuz. Gerçekten Amerikan uygarlıkların sofraları gelen İspanyollara nispeten daha zengin olduğu saptanmıştır. Bu ürünlerin birçoğunun vahşi çeşitlerin bulunmaması onların çok kadim çağlardan yetiştirilip geliştirdiğini gösterir. Avustralya gibi Atlantis İmparatorluğun ağından uzak olan ülkelerde tarımsal ürünlerin yoksunluğu Darwin'in de dikkatini çekmişti.
Donnelly'e göre bu ürünlerin kaynağı Atlantis'ti ve o, bu ürünlerin gelişmesi gerektiği on binlerce yıllık evrimin orada gerçekleştiği kanısında. Yeni dünyayı bir kenara bırakıp eski dünyada tarım ürünlerin yayıldığı başka bir bölgede de görüyoruz. Edmond de Molin'i aktaran Ömer Büyükata, "Gerçekten; meyve ağaçları, dünyanın bu mümtaz derecede çeşitli meyve türlerine rastlanılmaz ... Sicilya' dan daha mutlu olan Kolkhide (Batı Kafkasya) eski bolluğundan bugün hiçbir şey kaybetmemiştir ... Burada en çok göze çarpan şey meyve ağaçları arazisi olmasıdır. Hatta Kandül ve başka bitki bilginlerine göre Kolkhide, meyve ağaçların anavatanıdır. Onların kanılarına göre elma, armut, erik, kiraz, dut, kiraz badem ağaçları, frenküzümü, bağ, turp ve birçok sebze çeşitleri hep buradan, bu vadilerden etrafa yayılmış bulunduğu gibi, bu ürünler en ilkel ve en çok kendi kendine yetişir bir halde yalnız burada bulunurlar..."(18). Bir varsayıma göre tufandan kurtulan bir gemi, insanoğullunun evcilleştirdiği hayvanları ve tarım için elverişli bitki ve ağaç türlerini bu bölgeye yakın bir yere taşıdı, bu gemiye Nuh'un gemisi denilirdi.
Türkçe'nin kızılderili dillerle benzerlikleri bilinir, bu konuda bazı araştırmalar vardır. Atlantoloji ve Mu konusu işleyenler arasında ile ilgili özellikle Haluk Cemil Tanju'nun "Orta-Asya Göçlerinde Turunçderililer"(19) ve Kazım Mirşan'ın anlaşılması zor "Akınış Mekaniği, Altı Yarıq Tiğin" (20) kitapları ilginçtir. Ayrıca Dr. Hamit Zübeyir Koşay birkaç yıl Basklar arasında bulunduktan sonra Türkçe ve Baskça arasında bir bağ kurmuştur (21). Diller kısa sürelerde büyük değişikliklere uğradığı için binlerce sene evvelki durumu için bir şey söylemek zor.
Norveç'li Thor Heyerdahl yaptığı araştırmalarında haklı bir ün kazanmıştır. "Kon-Tiki" (22), "Aku Aku" ve "Polenesya'ya Deniz Yolları" adlı eserlerinde anlatılan, Peru'dan Paskalya adalarına ilkel bir deniz salında yaptığı yolculukta, eskiden böyle bir yolculuğun olasılığını kanıtlamıştı. Onun gerek arkeolojik, dilbilimi ve mitolojik araştırmaları eski çağlarda beyaz adam anlamına gelen "Urukehu" adında bir halkın Peru uygarlığını yaratıklarını, ancak melezler ve oranın yerlileri tarafından kovulduktan veya bilinmeyen bir sebepten dolayı göç ettiklerinde, Paskalya adalarına yerleştiklerini belirtmişti. Urukehular sonradan Paskalya ve Hawaii adalarında aynı akibete uğradıktan sonra nesli yok olmuştu. Yeni Zelanda da aynı şekilde Urewera ülkesinin dağlarında bir zamanlar Turehu adında beyaz bir ırk varmış. Bu ırklar And dağlarında Titicaca gölü civarında yaşayan ve muhtemelen Uruguay'a ismini veren "Uru"larla aynı oldukları inanılyor. Heyerdahl'a göre Urukehuların boyları iki metre civarlarında olup, genelde kızıl saçlı ve bazen sarışındılar. Gerek Peru'da gerek de Paskalya adasında yapılan mezar kazıları bu tezleri doğrulayan cesetler bulundu. Ayrıca Paskalya adasındaki dev heykellerin kafa üstleri kırmızıya boyanıyordu. Paskalaya adalarında on yedinci asırda çıkan bir ayaklanmada yerliler "uzun kulaklılar" denilen bu halkı yok ettiler. Kurtulan tek bir "uzun kulaklı" soyunu sürdü, ve Thor Hyderdahl bazıları kızıl saçlı olan ve önceden Avrupalı sandığı torunları ile geçirdiği ilginç anıları kitaplarında aktarmıştır. Bu kavimin adı kulaklarını uzatmak için uyguladıkları bir deformasyon yönteminden ileri geliyordu ve uzun kulak kültü, Uzak Doğu'da, özellikle Kamboçya'daki esrarengiz Anghor medeniyetine Buda heykellerinde görülmektedir. Paskalya adalarında bulunan yazıt örneklerindeki harf karakterleri Sümer yazıtları ile hemen hemen aynı oldukları gözetilmiştir. Bu çok ilginç bir olaydır, arkeologlar her zaman ki gibi açıklayamadıkları olaylar karşısında sessizliklerini korumaktadırlar.
Ergenekon efsanesine göre ilk Türkler demirciydi. Sarp dağlarla çevrili bir arazide bulunuyorlardı. Dağları eriterek ve delerek bu doğal hapisten kurtulmuşlardı, ki bu yüksek bir teknoloji anımsatıyor. Çin kayıtlarına göre eski Göktürkler (Tükmenler) genelde kızıl kestane saçlı ve bazen sarışındı, gözleri yeşil veya maviydi. İran'daki Türkmenlerde de aynı şey söz konusu. Kullandıkları runik görünüşlü alfabe de düşündürücüdür. Yine de, bu konuda demode ve şoven ırkçı tezleri yeniden hortlatmak amacınca değiliz, bu görüşlerimize tamamen ters düşer. Diğer topluluklar gibi Türkler çok karışmıştır, özellikle Anadolu ve Trakya Türkleri. Günümüzün insanı her yerde melezdir, ancak kadim çağlarda insanlar bu denli karışmamışlardı.
Türk adının kökeni Urukehu veya Turehularla bir olabilir mi? James Bailey'nin araştırmalarına göre dünyanın muhtelif yerlerinde demir mağaraları bulunur. Karbon 14 testlere göre Güney Afrika'da bir mağara M.Ö. 41.250 senesinde işleniyordu. Bailey'e göre binlerce yıl önce Tunç çağı denizci madencilik firmaları dünya'nın çeşitli yerlerinde demir ve başka madenler için kazı yapıyorlardı ve mağara duvarlarında "şirketlerinin logolarını" bırakıyorlardı. Bunların arasında gamalı haç (svastika), haç, güneş sembolü, çifte balta, helezon ve paralel iki dalga en yaygın olanlar arasındaydı. Türklerin ilk ataları Ural-Altay dağlarında kadim ve kayıp uygarlığın madencilik kolonisi olabilir mi? Felaket geldiğinde ondan kurtulanlar arasında olup, yeni yurtları Orta Asya'da yayılmış olabilirler mi? Yoksa, Yafes oğullarının bir kolları mı idiler? Tanrıçaları "Turan" olan ve Troya'dan (Truva, Tür-va ?) Etrurya'ya (İtlaya/Tyrhenia) göç ettikleri söylenen ve şehirleri Tarkon tarafından kurulan Etrüskler (E-türk ?) ve ile bir bağlantıları var mıydı?
Bir denizci halkı olan Etrüsklerin Anadolu’dan geldiklerini ve Lidya'dan giden bir koloni oldukları Herodotus tarafından kaydedildiği halde, günümüzde bu ihtiyatla karşılanır. Her ne kadar Lidyalıların baştanrıları Tarku adına taşıyorsa, Halikarnaslı Diyonysos iki toplumun arasındaki farkları işaret etmişti. Heykel ve resimlerindeki çekik gözlü moğul-kokazoid figürler, at, şavaş ve güreş motifleri bir Türk köken tezine yol açmıştı, ancak bunu kanıtlayacak ciddi delil olmadığı gibi, dilleri de henüz çözülememiştir. Ayrıca Türklerin kökeni en az Etrüsklerin kökeni kadar çözülmemiştir. Elli yıl önceye kadar, Batı'da Türklere belirli bir hüviyet tanınırken ve Sümeroloji ile ilgili kitapların çoğunda Sümerlerin Turan asıllı olduğunu yazarken, günümüzde Türklerin adeta kökleri olmadığı yolundaki görüşler yaygındır. Ancak, bundan alınmamak gerekir, çünkü varsayımcılığa karşı olan bu akım, diğer toplumları da aynı işleme tabi tutuyor.
Bir iddiaya göre Lidyalıların bir kolu İtalyaya giderken, diğer bir kolu Klikya'ya (Güney Doğu Anadolu) giderek Toroslara ve Tarsus şehrine adlarını vermişler, onlara Trakheiotlar denilirdi ve adları Trakyalılara benzerlik arz eder. Diğer bir kolu da İspanya'ya giderek Tartessus (Eski Ahit'te Tarşiş) ismini vermiş, ancak Tartessus'un çok eski olduğu, kökenleri taş devrine uzandığı anlaşılıyor.
Her ne kadar İtalya'da Turin ve Torino gibi bir sürü ilginç şehir isimi varsa ve Roma ve Romulus efsanesi, Asena efsanesine şaşılacak benzerliği varsa. Tabii ki, şüpheli bir yöntem olan toponymy'e (yer isimleri) dayanarak ve şoven duygulara kapılarak böyle bir sonuca varmak, bu konuda spekülatif bir varsayımı ileri sürmekten öteye gitmez. Daha somut sonuçlara varmak uzmanların işidir. Ama bazı ilginç bağlantılara işaret etmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Örneğin, İsviçre'de Zurih kentinin eski adı Turikon idi ve civarında ona benzer yer adları da varmış. Donelly şöyle yazıyor "Strabo (M.Ö. 63 - M.S. 21) Turduli ve Turdetaniler konusunda şöyle diyor "Bütün İberler arasında en bilgili bunlardır; onlar yazı sanatı kullanıyorlar; eski tarih anılarını kaydeden kitapları var, ayrıca altı bin senelik bir geçmişleri olduğunu iddia ettikleri şiir ve şiir olarak yazılmış kanunları var". Ayrıca, eski Mısır kayıtlarına göre, Anadolu sahil halkları denizciydi ve korsanlık yaparlardı. Onlara Tukrianlar denilirdi. Altı topluluğun birliğinden oluşmuş bu halklar Ramses III ile savaşmışlardı ve aralarında Tokhariler ve Thekerler de vardı. Onlarla Lübnan'ın kadim ve esrarengiz şehri Tyre ile bağlantı kuranlar var. Gerek Tyre, gerekse de Tartessus denizcilerin barındığı liman şehirleriydi.
Sahara Çölünde yaşayan Tuaregler de Atlantis ile bağlantıları olduğu varsayılmıştır. Peter Kolosimo "Timeless Earth" kitabında şöyle yazıyor "Comte de Charencey (1832-1916) `Histoire légendaire de la Nouvelle-Espagne'adlı kitabında "Berber, Tamaçek (Tuareglerin dili), Euzkara (Baskların dili) ve kadim Gal dilinde bazı sözler kesinlikle Kuzey ve Güney Amerikadaki Kızılderili dillerine akrabalığı vardır" (23). Vahşi çöl hayatına dönüşmüş, kendine özgü katı kuralları olan ve pek konuşmayan Tuargeler'in çok eski Finike kökenli yazıları ve alfabeleri vardır. Erkeklerin yüzlerini örttüğü ve asillerin daima mavi giydikleri bu toplum, bir zamanlar çölün hakimleriydi. Bir zamanlar Sahara Çölünde büyük bir göl vardı, Libya'da çok eski, esrarengiz şehir kalıntılarının duvar resimleri o zamanın zengin bitki örtüsüne ve hayvan çeşitlerine şahittir.
Tevrat'ta göre Kral Nemrud, Babil kulesini inşa etmesinden önce insanlar tek bir dil konuşurmuş ancak onun yıkımı ile birden herkes farklı bir dilde konuşmaya başlamış ve birbirini anlamamaya başlamıştır. Batıda konuşulan diller genelde üç büyük gruba ayrılır: Hint-Avrupalı diller grubu, Sami diller grubu ve Ural-Altay / Finno-Ugarik, Turan diller grubu. Bazı dil bilimciler (diffusionist) bütün dillerin ortak bir dilden geldiği kanısındalar, ancak bu tez halen tartışmalı olmakla beraber pek rağbet görmez.

Kaynakça 

(1) Muhyiddin-i Arabi'nin Fütuhat'ı Mekkiye adında eseri Türkçe'ye çevrilmedi. Selahaddin Alpay'ın bu isimde 430 sayfalık eseri, yazarın belirttiği gibi, aslında bir kısaltmadır. Bu eseri aslı onun gibi birkaç cilt tutar. Verdiğimiz bu metin Fusuus'l-Hikem (İbnu'l-Arabi'nin) Tercüme ve Şerhi, Ahmed Avni Konuk, Cilt I, sayfa 159-160, (Dergah Yayınları, İstanbul,1987) bulunmaktadır ve sadeleşmiş bir Türkçe ile aktarılmıştır.
(2) Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, İsmet Zeki Eyuboğlu, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1988
(3) The Secret Doctrine, H.P. Blavatsky, Theosophical University Press, 1888, 1963 (II. cilt, s. 452)
(4) The God-Kings and the Titans, James Bailey, St.Martin's Press, New York, 1973
(5) The Aztecs, Nigel Davies, Abacus, London, 1973, 1977 
(6) Peygamberler Tarihi, M. Asım Köksal, Türkiye Diyanet Vakfı ayınları, Ankara 1990
(7) Atlantis'in Esrarı, Charles Berlitz, çev. Belkıs Çorakçı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1976
(8) The Lost Books of the Bible and the Forgotten Books of Eden, A & B Publishing Group, Brooklyn, New York, tarihsiz.   
(9) The Book of Enoch, The Prophet, çev. Richard Laurence, Wizards Bookshelf, San Diego, 1883, 1983
(10) Anadolu'nun Öyküsü, İskender Ohri, Millliyet Yayınları, İstanbul, 1983
(11) The Dead Sea Scrolls in English, G. Vermes, Penguin, Middlesex, 1962, (s. 215)
(12) In Search of Noah's Ark, Balsiger and Seller, 1976, Sun Classic, Los Angeles, 1976
(13) The Atiquities of the Jews, The Wars of the Jews, Flavius Josephus, William Clowers and Sons, London
(14) Aphaz Mitolojisi Anaç mı? B. Ömer Büyükata, Sabri Ander, İstanbul, 1971, Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar-İlk İnsanlık-Kafkas Gerçekleri, B. Ömer Büyükata, Yarış Matbaası, İstanbul, Cilt I 1985, Cilt II 1986
(15) The Key, John Philip Gohane, Fontana, Glasgow, 1969, 1975
(16) Atlantis, from Legend to Discovery, Andrew Tomas, Sphere, London, 1972, 1974
(17) Galat'lar, Fernand Lequenne, çev. Suzan Albek, TTKB, Ankara, 1979
(18) Abaz Mitoloji Anaç Mı? (12) [s. 38-39)
(19) Orta-Asya Göçlerinde Turunçderililer, Haluk Cemil Tanju, İstanbul Matbaacılık
(20) Akınış Mekaniği, Altı Yarıq Tiğin, Kazım Mirşan, MMB Yayını, Ankara, 1978
(21) Makaleler ve İncelemeler, Dr. Phil Hamit Zübeyir Koşay, Ayyıldlz Matbaası, Ankara, 1974
(22) The Kon Tiki Expedition, Thor Heyerdahl, çev. F.H. Lyon, George Allen and Unwin Ltd., London, 1950,  Aku Aku, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London, 1958, American Indians in the Pacific, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London 1952, Sea Routes to Polynesia, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London, 1968. 
(23) Timeless Earth, Peter Kolosimo, Garnstone Press, London, 1973 



hermetics.org