Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

3 Kasım 2011 Perşembe

Buzadam'ın esrarını çözmek için tek bir seçenekleri vardı!




Buzsuz Adam
 
Bilim insanlarının ünlü Buzadam'ın esrarını çözmek için tek seçeneği vardı: Onu buzdan arındırmak.



  Kasım 2010'da, yağmur çiseleyen kasvetli bir günde, saat akşam altıyı biraz geçe, ameliyat elbiseleri giymiş iki adam İtalya'nın Bolzano kentindeki Güney Tirol Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Buzadam'ın odasının kapısını araladı. Donmuş bedenini bir sedyenin üzerine yatırdılar. Aralarında genç bir bilim insanı olan Marco Samadelli de vardı. Normalde görevi, yakınlardaki bir dağın yükseklerinde bir saldırı sonucu ölen Buzadam'ın Neolitik dönemden kalma ünlü mumyasını, 5300 yıldır onu koruyan koşullarda donmuş olarak tutmaktı. Ancak o gün Samadelli, müzenin küçücük laboratuvar odasının sıcaklığını 18 dereceye yükseltmişti.

Samadelli'nin yanında, Buzadam'ın gayri resmi "aile doktoru" olarak bilinen ince bıyıklı yerel patolog Eduard Egarter Vigl vardı. Egarter Vigl gövdeyi bazen kabalaşan usta bir aşinalıkla evirip çevirirken bir avuç bilim insanı ve doktor da küçücük odada toplanmış, inanılmaz bir şey yapmaya hazırlanıyordu: Buzadam'ın buzlarını eriteceklerdi. Ertesi gün, neredeyse yaşayan birine yapılacak bir ameliyatın aciliyeti içinde bir dizi hızlı cerrahi müdahaleyle, çözünmüş gövde üzerinde ilk kapsamlı otopsiyi gerçekleştirerek, Buzadam'ın gerçekte kim olduğunu ve nasıl böylesine vahşi bir şekilde öldüğünü aydınlatmayı umuyorlardı.

Egarter Vigl ve Samadelli gövdeyi sterilize edilmiş alüminyum folyoyla kaplı özel yapım bir kutuya dikkatlice aktardı. Buzadam'ın donmuş derisinin, yumurta sarısıyla yapılmış bir tür suluboya kullanılarak ortaya çıkarılmış bir ortaçağ figürünü anımsatan vakur bir ışıltısı vardı. Ona acı veriyormuş gibi görünen kaskatı uzanmış sol kolu ve çarmıha gerilmiş gibi birbiri üstüne binmiş ayaklarıyla bir 14. yüzyıl kilise altarında dursaydı, garip karşılanmazdı. Birkaç dakika içinde vücudun üzerinde ecel terlerine benzer su damlacıkları oluşmaya başladı. Aralarından biri, bir gözyaşı damlası gibi çenesine doğru süzüldü.

Buzadam'ın maruz kaldığı ilk yoğun bilimsel inceleme değildi bu. Avusturya otoritelerinin 1991 yılında mumyayı keşfetmesinin ardından, bilim insanları Innsbruck'ta gerçekleştirdikleri ilk incelemelerde Buzadam'ın sırtında, kafatasının tepesinde ve bacaklarında yaptıkları kesilerin yanı sıra, göğsünün alt kısmında da geniş bir yarık açmıştı. Daha sonra, bulunduğu sığ gri kaya oyuğunun İtalya sınırının içinde olduğu anlaşılmış ve bedeninin yanı sıra çevresinde bulunan eşyalar da Bolzano'ya taşınmıştı. Yıllar boyunca buluntu üzerinde röntgen ve tomografi çalışmalarının yanı sıra mumyanın mitokondriyal DNA analizi gibi görece yumuşak araştırmalar da yapıldı. En şaşırtıcı keşif, 2001'de yerel bir radyolog olan Paul Gostner'in görüntülerdeki bir ayrıntıyı fark etmesiyle ortaya çıktı: Buzadam'ın sol omuzuna gömülü duran ve arkadan vurulduğunu ispatlayan bir ok ucuydu bu. Daha sonra Gostner ve çalışma arkadaşları tarafından daha güçlü tomografi cihazlarıyla yapılan incelemeler, ok başının göğüs boşluğu içindeki önemli bir damarı keserek anında ölüme neden olan bir kanamaya yol açtığını ortaya koyuyordu. Bu, "şans eseri korunmuş olarak bulunan en eski insan", vahşi bir cinayetin kurbanıydı.

Diğer bilim insanları, Buzadam'ın biyografisindeki eksikleri doldurmaya devam etti. Kemikleri ve dişlerinde bulunan kimyasal izlerin analizi Ötzi olarak da bilinen Buzadam'ın kuzeydoğu Bolzano'da, büyük olasılıkla Isarco Nehri Vadisi'nde büyüdüğünü ve yetişkinliğini Venosta Vadisi'nde geçirdiğini gösteriyordu. Vücudunda bulunan polenler, o son saatlerini yaşarken mevsimin ilkbahar olduğunu, son yolculuğunu da Senales Vadisi'ndeki bir patikada, olasılıkla Similaun Buzulu'nun hemen batısında bulunan bir dağ geçidine gitmek üzere yaptığını ortaya çıkardı. Eli üzerinde yapılan ayrıntılı bir inceleme, daha önceki bir kavgada kendisini savunurken aldığı tahmin edilen, kısmen iyileşmiş bir yara izine işaret ediyordu.

Bağırsaklarında bulunan yiyecek artıklarının (midesi boştu) DNA analizi ise hayata gözlerini yummadan bir süre önce kırmızı et ve bir çeşit buğday yediğini gösteriyordu. Tüm bu verileri bir araya getiren bilim insanları, düşmanlarının Buzadam'la geçidin güneyindeki vadide anlaşmazlık yaşadıkları, onu takip ederek cesedinin 5 bin yılı aşkın süre sonra bulunacağı dağlık bölgede sıkıştırdıkları teorisini geliştirdi.

Eldeki verilere uyan iyi bir hikâyeydi bu. Ta ki Gostner, Buzadam'ın bağırsaklarına daha yakından bakıncaya kadar...

Emekli olmasına rağmen evinde hobi olarak tomografileri inceleyen Gostner, 2009 yılında bilim insanlarının Buzadam'ın boş kalın bağırsağını midesi zannettiklerine ikna olmuştu. Göğüs kafesinin altına itilmiş olan midesi Gostner'in gözüne dolu gibi görünüyordu. Eğer haklıysa bu durum, ölümünden birkaç dakika önce Buzadam'ın büyük ve zevkli bir yemek yediğini gösteriyordu ki bu da silahlı düşmanları tarafından kovalanan bir kişinin yapacağı bir şey değildi.

Bolzano'daki EURAC Mumya ve Buz adam Enstitüsü'nün yöneticisi olan ve geçtiğimiz Kasım'da yapılan otopsiyi denetleyen Albert Zink, "Gostner bize gelerek midenin dolu olduğunu düşündüğünü söyledi," diyor. "Bunun üzerine içine girip mideden örnek almamız gerektiğini düşündük." Konu üzerinde kafa yoran Zink ve çalışma arkadaşları daha iddialı bir plan geliştirmitiş: Cerrah, patolog, mikrobiyolog ve teknisyenlerden oluşan yedi ayrı ekibin katılacağı tepeden tırnağa bir inceleme.

Bu planın belki de en iyi yanı, çok iyi tasarlanmış müdahalenin Buzadam'ın gövdesinde yeni bir kesik açmadan gerçekleştirilecek olmasıydı. Bunun yerine bilim insanları gövdenin içine, ilk incelemeler sırasında aşırı merakla açılan ("Avusturya pencereleri" adını verdikleri) yara izlerinden gireceklerdi. "Bu sadece bir kez uygulanacak," diyor Zink. "Ve çok, çok uzun yıllar boyunca bir daha gerçekleştirilmeyecek."

Nörolojik bir endoskobu Buzadam'ın kafasından içeri sokan beyin cerrahı Andreas Schwarz, "Bu onun beyni" diye açıklıyor. Schwarz da odadaki diğer tüm bilim insanları gibi özel bir gözlük takmış. Aygıtı kafatasının içinde yavaşça oynattığında ekranda üç boyutlu bulanık bir görüntü beliriyor. Saat 13.00'ü biraz geçiyor ve Buz adam altı saattir itilip kakılma, oyulma ve örnek toplama işlemlerine maruz kalmış durumda. Cerrahi ekipler, kaslarından ve akciğerlerinden küçük parçalar aldı. Pelvis kemiğinde bir delik açarak DNA analizi yapmak için kemik dokusu topladılar. Göğüs civarını didikleyerek ok başına ve etrafındaki dokuya yakınlaşmaya çalıştılar. Hatta cinsel organının etrafındaki kıllardan bile örnek aldılar. Derisi parlaklığını kaybetmiş, derin dondurucuda çok uzun süre kalmış bir tavuk kanadı gibi sönük, kösele benzeri bir görüntüye bürünmüş halde.



Devamını National Geographic Türkiye'nin Kasım 2011 sayısında okuyabilirsiniz.






Esrarengiz define!

Esrarengiz Define



İngiliz kırsalında gömülmüş. 
Kökeni Anglosaksonlara dayanıyor. Peki kim, neden gizlemiş olabilir?

 Yedinci yüzyıl sonlarında bir gün, belki de bir gece, Anglosaksonların kurduğu Mersiya Krallığı'nda, kim olduklarını bilmediğimiz bir grup, ormanla kuşatılmış ıssız bir fundalıktan geçen bir eski Roma yolunda seyahat ediyordu. Belki askerdiler, belki de haydut (bu ıssız bölgenin eşkıyalarının ünü yüzyıllarca sürecekti). Ama her kim idiyseler, sıradan yolcular olmadıkları belliydi. Alçak bir bayırın yanında yoldan ayrıldılar ve bir çukur kazıp toprağa gizli bir define gömdüler.

Define 1300 yıl boyunca gömülü olduğu yerde kaldı ve bölgenin coğrafyası zamanla ormandaki bir açık alandan otlağa, otlaktan da tarlaya dönüştü. Ardından ellerinde metal detektörleriyle İngiltere'de sıkça rastlanan define avcıları, çiftçi Fred Johnson'ın kapısını çalıp tarlaya girmek için izin istemeye başladı. "Birine İngiliz anahtarımı kaybettiğimi söyleyip bulmasını istedim" diyor Johnson. Bunun yerine, 5 Temmuz 2009'da Terry Herbert, çiftliğin kapısına gelip Johnson'a bir Anglosakson hazinesi bulduğunu söyledi.

Kısa süre içinde Staffordshire Hazinesi olarak anılmaya başlanan define, kamuoyunu olduğu kadar Anglosakson tarihçilerini de heyecanlandırdı. Suffolk'da, Sutton Hoo'daki kraliyet eserleri gibi olağanüstü keşiflerin hepsi Anglosakson mezarlıklarında yapılmıştı. Ama Johnson'ın tarlasından çıkarılan hazine farklıydı. Anglosaksonların ilk yıllarından ve dönemin en önemli krallıklarından birinden kalma altın, gümüş ve lal taşı eşyalardan oluşan bir zulaydı bu. Dahası, hazinenin Lindisfarne İncilleri ve Hıristiyan Kelt rahipler tarafından 800'lü yıllarda yazılan elyazması İncil gibi efsanevi buluntularla karşılaştırılmasına yol açan, telkari ve emaye işlemelerinin kalitesi ve tarzı olağanüstüydü.

Sayım ve kataloglamanın ardından, 3 bin 500 kadar objeden oluşan gömünün bir bütünün parçaları olduğu anlaşıldı. Kesin olarak tanımlanabilen eşyalarda ortak bir nitelik öne çıkıyordu. Gömüde 300'den fazla kılıç kabzası parçası, 92 kabza başı ve 10 kılıç kını süsü vardı.

Kayda değer bir diğer noktaysa, madeni para ya da kadın mücevherlerine rastlanmaması, ayrıca koleksiyonun dinle ilgili üç parçası dışında tamamının savaşla ilgili olmasıydı. Parçaların pek çoğu bükülmüş veya kırılmış gibiydi. Yani bu define, 13 yüzyıl önce siyasi ve askeri açıdan karışık bir bölgeye gömülmüş olan kırık dökük, seçkin, askeri malzemelerden oluşuyordu. Staffordshire Hazinesi heyecan vericiydi, tarihi önemi vardı; ama en önemlisi, gizemliydi.

Keltler, Romalı sömürgeciler, Viking yağmacılar, Norman fatihler... Hepsi de Britanya'dan gelip geçerken ülke coğrafyası, dili ve karakterinde izler bırakmış. Ama bugün İngiltere olarak adlandırdığımız coğrafyayı en çok etkileyen, Romalı sömürgecilerin 410 yılı civarında ülkeyi terk edişinden kısa bir süre sonra başlayıp, 1066 yılında Normanların adayı ele geçirmesine kadar süren altı yüzyıllık Anglosakson egemenliği oldu.

Üçüncü yüzyıl ortalarından başlayarak Avrupa'da batıya doğru ilerleyen barbar kabileler, bu dönemlerde Britanya'yı yağmalamış olabilir. Beşinci yüzyıl başlarında bu huzursuz kabileler Roma'ya gözdağı vermiş, Roma da daha yakınındaki tehditlerle mücadele edebilmek için 350 yıldır yönettiği Britanya'dan garnizonlarını geri çekmek zorunda kalmıştı. Romalıların ayrılmasından sonra, batı ve kuzeydeki Scotti ve Pict kabileleri, sınırları yağmalamaya başladı. Romalı muhafızlarını kaybeden Britonlar, kıtadan Germen kuvvetlerini paralı asker olarak çağırdı. Muhterem Bede, sekizinci yüzyılda yazdığı ve bu döneme dair en değerli kaynak olarak kabul edilen Ecclesiastical History of the English People (İngiliz Halkının Kilise Tarihi) adlı eserinde, kader niteliğindeki bu davetin tarihinin 450 civarında olduğunu, askerlerin ise "Saksonlar, Angluslar ve Jütiler olmak üzere çok güçlü üç Germen kabilesinden" geldiğini ifade eder. Günümüzde akademisyenler, bu kabilelerin ana yurtlarını Almanya, Hollanda'nın kuzeyi ve Danimarka olarak belirliyor.

Toprağın bereketi ve "Britonların tembelliği" hakkında anlatılanların cazibesine kapılan ilk üç gemideki askerleri diğerleri izledi ve Bede'ye göre, kısa bir süre sonra "İnsanlar sürü halinde hevesle adaya akın etti. Yabancıların sayısı öyle arttı ki, yerli halka dehşet salmaya başladılar." İngiliz keşiş Gildas'ın altıncı yüzyılda yazdığı ve bu bulanık döneme ilişkin bugüne ulaşabilmiş en eski metin olan On the Ruin of Britain (Britanya'nın Çöküşüne Dair), istilacıların adanın dört bir yanında nasıl kan döküp, her şeyi yakıp yıktığını anlatır: "İntikam ateşi (...) bir denizden diğerine yayıldı (...) ve komşu kasabalarla toprakları yok ederek adanın diğer yakasına ulaşmadan da durmadı."

Gildas'a göre yerli Britonlardan "sağ kalmış sefillerin" çoğu ya adadan kaçmış ya da köleleştirilmişti. Ama arkeolojik kanıtlar, Roma dönemi sonrasındaki yerleşimlerin en azından bazılarının çanak çömlek, giyim ve ölü gömme törenlerinde Germen geleneklerini benimsediğine işaret eder. Başka bir deyişle, kültürel asimilasyon sonucu İngiliz kültürü hiç değilse kısmen yok olmuştu.

Anglosaksonların Britanya işgalinin boyutlarının en bariz göstergesi, en kalıcı mirasları olan İngilizcenin ta kendisidir. Roma sonrası dönemde, Avrupa'da büyük çoğunluk Roman dillerini -yitip gitmiş Romalıların Latincesinden türemiş İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca- konuşurken, İngiltere'yi tanımlayacak olan dil, Germen kökenliydi.

İngiltere'de bir tarlada gizli bir hazinenin bulunmuş olması, tek başına değerlendirildiğinde şaşılası bir şey değil. Bu tip buluntular, İngiltere'nin dört bir köşesinden çıkıyor. Toprak altında, hepsi de Britanya, Roma veya Viking dönemlerinden kalma madeni paralar, hurda olarak parçalanmış gümüş nesneler, silah yığınları, hatta muhteşem bir gümüş yemek takımı bulundu.

Beowulf adlı Anglosakson destanında savaşçı Sigemund "göz alıcı ganimetleri" koruyan bir ejderi öldürür; yaşlı kahraman Beowulf ise toprakta gömülü altın ve "istiflenmiş mücevherleri" koruyan ejderle savaşır.

Defineler pek çok nedenle gömülürdü: Düşman eline geçmesini önlemek, bir serveti "bankaya" yatırmak veya adak sunusu olarak kullanmak. O döneme dair belgelerin yetersiz olması nedeniyle, Staffordshire Hazinesi'nin neden toprak altında saklandığını anlamak için en iyi tahminlere gömünün kendisinden ulaşılabilir. İlk ipucu, gömünün askeri özellikleri; bu da söz konusu eserlerin karman çorman bir çalıntı yığını olmadığını düşündürüyor. Hazinenin nitelikleri, Germen kabilelerin, asker zihniyetli Romalıları bile etkileyen askeri yaklaşımını yansıtıyor. Tarihçi Tacitus birinci yüzyıl sonlarında Germenlerin "kamusal veya özel hiçbir işi silahsız halletmediklerini" ve yaşı gelen erkek çocuklarına "bizim togalarımıza denk" bir kalkan ve mızrak verildiğini yazar.

İngiltere'yi savaş şekillendirdi. Savaşla ve ittifaklarla elde edilen toprakların bir araya gelmesi, büyük olasılıkla Anglosakson İngiltere'nin ilk dönemindeki kabile kökenli krallıkların da temelini oluşturmuştu. İlk Mersiyalıların, Trent Nehri'ni izleyerek iç kesimlere ilerleyen ve gömünün yakınlarındaki vadiye yerleşen Angluslar olduğu düşünülüyor. Mersiya, İngiltere'nin kabaca bölündüğü başlıca yedi Anglosakson krallığın en önemlilerinden biri olmakla kalmayıp, aynı zamanda en saldırganlarından da biriydi. 600-850 yılları arasında Mersiya, komşusu Wessex ile 14, Galler'le 11, diğer düşmanlarıyla da 18 kez savaşmıştı. Üstelik bunlar sadece kayda geçmiş çatışmalar.







2 Kasım 2011 Çarşamba

Sümer'de İnanna, Babil'de İştar, Mısır'da Hathor, Asur'da Astarte...




Gizemli tanrıça figürleri



Sümer'de İnanna, Babil'de İştar, Mısır'da Hathor, Asur'da Astarte... Hepsi aynı güçlü, büyüleyici ve gizemli kadının farklı adları. "Yeryüzü'nün Hanımı" yalnızca bir "mit" olabilir mi?
İnanna'dan Hathor'a yitik uygarlıkların gizemli tanrıça figürleri...

  Bugün var olan durum ne olursa olsun, dünya üzerinde erkeklerin egemenliğinin hiç de "vazgeçilmez" sayılmadığı bir dönemin yaşandığına ilişkin yadsınamaz kanıtlar yüz yılı aşkın bir süredir önümüzde duruyor. Arkeoloji ve antropolojinin yirminci yüzyılda edindiği bilgilerle iyice aydınlanan "şematik" anaerkil toplum döneminden söz etmiyoruz. İnsan uygarlığının bu gezegen üzerinde biçimlendiği ilk ve bilinmez dönemdeki kadın figürlerinin çarpıcı ve silinmez izleri, daha başka, daha yoğun bir "kadın ağırlığı"nın altını çiziyor. O denli çok ama ne yazık ki o denli muğlak veriler var ki elimizde, binlerce yıl öncesinde bu denli güçlü izler bırakan bir "feminen varlık" nasıl olup da semavi dinlerin egemenliğiyle birlikte (ve sistematik çabalarla) unutturulmaya çalışılmış, çözemiyoruz. 
Bilinen ilk uygarlık izlerine rastladığımız Yakın Doğu'nun hemen her yerinde, başka isimlerle ama şüphe götürmez biçimde aynı kişilikle son derece güçlü, çekici ve bilge bir kadın çıkıyor karşımıza. O, bütün inanç sistemlerinin esinlendiği eski Mezopotamya, Anadolu, Mısır ve Hint metinlerinde izine rastlanan, belki de "yitik uygarlık" ve "yitik bilgi"nin anahtarı durumundaki bir kadın figürü: İnanna. 

Eski Sümer metinlerinde İnanna, 5000 yıl öncesinin insanları üzerindeki sarsılmaz etkisiyle çıkıyor karşımıza. Verimliliğin, cazibenin, güzelliğin olduğu kadar; savaşın, gücün ve bilgeliğin de simgesi. Sümer kadınları (ki Samuel Noah Kramer'in çevirdiği metinlerden anladığımıza göre bugünün kadınının sahip olduğu haklardan fazlasını ellerinde bulunduruyorlarmış) yalınızca dualarını değil sevgilerini ve bağlılıklarını da sunmuşlar hep İnanna'ya. Başları sıkıştığında, ondan yardım istemişler; mutluyken onun şerefine içmişler. Yalnızca kadınlar değil, erkekler de İnanna'ya çok büyük saygı göstermiş. Bildiklerinin çoğunu, ondan (ve büyük tanrı Enki'den) öğrenmişler. Ama, hata yaptıklarında da onun şerrinden korkmuşlar. Bütün sevecenliğine rağmen İnanna, yeri geldiğinde yanlışları cezalandırmakta da tereddüt etmiyormuş çünkü. 

Bölük pörçük Mezopotamya çivi yazısı tabletlerin Babil dönemine ait olanlarında İnanna, bu sefer İştar adıyla çıkıyor karşımıza. Ama onunla ilgili aktarılan bilgilerde ve ona yapılan göndermelerde değişen bir şey yok. İnanna, Sümer metinlerindeki "hükmedici" grubun, yani Anunnaki'lerin, Enki ile birlikte insanlara en yakın olanı ve en sevecen davrananı. Bu sevecenlik, erkekler söz konusu olduğunda "çapkınlık" görünümüne de bürünebiliyor, çünkü İnanna bu yönüyle de ünlü. Beğendiğinde ve arzuladığında, ölümlülerle de ilişkiye girebiliyor, aşk yaşayabiliyor. Ara ara, cinsel cazibesini amcası Enki ve Büyük Tanrı Anu'ya karşı da kullandığına ilişkin anlatılar var tabletlerde. Babil'de, İştar adıyla sözü edilenlerde de değişen bir şey yok. 

  Anadolu'ya geldiğimizde, iki büyük gelenekle karşılaşıyoruz: Bunlardan birincisi, Hitit ya da Hatti bilgi birikimi. Bu yüzyılın başına dek yalnızca Tevrat'ta sözü edilen hayali bir toplum olduğu düşünülürdü Hititlerin. Mısır'la olan ilişkilerini açığa çıkaran Kadeş Antlaşması metni bile arkeologlara "güçlü ve büyük" bir Hitit Devleti'nin var olmuş olabileceğini düşündürmemişti. Ama Hattuşaş'ta yapılan yoğun çalışmalar sonucunda (bunların bir bölümünde ne yazık ki bilinçsizce teknikler kullanılmış ve arkeolojik buluntulara zarar verilmiştir) efsanevi Hititler binlerce yılın bulutları arasından sıyrılıp beliriverdiler. Bir süre sonra da yazıları çözüldüğünde, Hint-Avrupa kökenli oldukları ortaya çıktı ve bilgi birikimleri masaya yatırıldı. Epey yol alınmış olmasına karşın bu ilginç insanların çıkış noktaları ve uzak geçmişlerine ilişkin verilerimiz hala çok eksik. Ama onların kültünde de yine 12'lik bir panteon ve yine güçlü bir kadın tanrıça var. Bütün özellikleriyle, İnanna ve İştar'la örtüşen; aşağı yukarı benzeri "mit"lerde aynı biçimde sözü edilen bir tanrıça bu. 

Bir diğer Anadolu kültü, net olarak kökeni bilinememekle birlikte Frigya ve Galat buluntularında ortaya çıkan ve yine Mezopotamya panteonuyla, anlatılarla bağlantılı olduğu şüphe götürmeyen farklı isme sahip bir güçlü kadına yönlendiriyor bizi: Kybele. Anadolu'ya 4000 yıl önce gelip yerleştikleri varsayılan ve Hititlerden sonra Orta Anadolu'da etkinleşen Galatlar, bilinen Kelt kollarından biri. Göç yolları ve çıkış noktaları çok net olarak bilinememekle birlikte, Anadolu'da sağlam bir inanç/kültür birikimi oluşturduklarına tanık oluyoruz. Onların "Güçlü ve Güzel Hanım"ı Kybele ise, bildiğiniz üzere İnanna/İştar mitinin bire bir aynısı denebilir.                  

                       


   Yine İ.Ö 3000'lere ama bu kez Eski Mısır'a dönüyoruz. Bilindiği gibi, İ.Ö 2. binyılın ortalarından itibaren Mısır yıldız dininde ve bilgeliğinde, güçlerinin bir bölümünden feragat etmiş izlenimi veren ve yetkesini eşi Osiris'le birlikte kullanan bir tanrıçaya, İsis'e rastlarız. Aşağı yukarı bu "panteon dengesi" Mısır'da "Hiksoslar Devri" olarak bilinen işgalin kırılmasından sonra belirginleşir, yani İ.Ö 1700 dolaylarında. Bu dönemde Thebes prensleri yönetimi ellerine geçirmiş; Heliopolis, Giza ve Dendera kültleri revizyona uğramıştır. İsis, son derece güçlü ve etkin bir figür olmasına karşın bu dönem Mısır panteonundaki görünümüyle Mezopotamya ve Anadolu'nun İnanna/İştar/Kybele kültlerindeki güçlü, pervasız, çapkın ama sevecen ve yardımsever kadın figürüne çok fazla benzemez. Deyiş yerindeyse, onda İnanna'nın "serseri cazibesi" yoktur; daha çok "durmuş oturmuş bir Mısır hanımefendisi" gibidir. Burada bir farklılaşma mı söz konusu acaba, yoksa işin altında başka bir iş mi var?

Sorunun yanıtı, bir başka Mısır feminen figüründe çıkıyor ortaya. Üstelik bu, bilinen en eski tanrıça neredeyse. İzlerine Sina yarımadasının hanedanlar öncesi kültlerinde, eski Baalbek buluntularında ve Mısır'ın en eski yerleşim yerlerindeki ayrıntılarda rastlanıyor. Bu kadın, tanrıça Hathor.

Mısır'ın soru işaretleriyle dolu geçmişinde en çarpıcı görünümlerden biri olarak rastlaşıyoruz Hathor'la. Aşkın, güzelliğin, şarabın ve cinselliğin simgesi olarak beliriyor. Ama aynı zamanda, Yukarı Mısır'ın kim bilir hangi uzak geçmişe ait en eski kentlerinden Dendera'nın da "Yüce Hanım"ı o. Üstelik, aşk ve şarabın simgesi olduğu kadar, savaşın ve gücün de simgesi. Yetki ve forsundan asla vazgeçmiyor, yeri geldiğinde Ra'ya bile başkaldırıyor - hatta, tıpkı İnanna'da gördüğümüz gibi, cinsel cazibesini Ra'nın üzerinde kullanmaktan çekinmediğini ortaya koyan hikayeler var Mısır mitlerinde. Birçok belgeye göre, "Ra'nın gözü" olarak adlandırılıyor. Yani, ülkenin bütünü üzerinde dolaşıyor ve güvenliği sağlıyor, Ra'nın yardımcılığını yapıyor. Tıpkı, Mezopotamya'yı millerce gökyüzünde dolaşarak kateden ve Enlil ile Enki'nin temsilciliğini üstlenen İnanna/İştar gibi. Ne var ki, İ.Ö 1600'lerden sonra Hathor'un ve ona ait izlerin bir biçimde silinmeye ya da "asimile edilmeye" çalışıldığına tanık oluyoruz Mısır'da. İsis figürü baskın çıkıyor, Hathor geri plana atılıyor. Bir tek istisnası var bunun, o da Mısır'ın söz konusu dönemindeki tek kadın firavun olan güçlü ve güzel Hatşepsut. Bu ilginç ve karizmatik kadın, Hathor kültüne sahip çıkmaya çalışıyor yönetimi süresince.

     Elimizde, ilginç ve epey gizemli bir düğüm var: Bütün Eski Yakın Doğu kaynaklarında belirgin biçimde vurgulanan güçlü bir kadın figürünün, aşağı yukarı İ.Ö 1500'lerden itibaren "yok edilmeye" çalışıldığını görüyoruz. İnanna, İştar, Kybele ya da Hathor, simgelerini Venüs'te buluyorlar ilginç bir biçimde ve bu simge, onların bilinen bazı niteliklerinin eklektik biçimde toparlanmasıyla, Batılıların uygarlığın merkezi gibi görme eğiliminde oldukları Eski Yunan'a taşınıyor. Bilinen Antik Çağ bilgeliğinin, bilgi erozyonuna uğramasından sonra yeniden doğrulmaya çalıştığı yer olan Eski Yunan'da, bilinen kültler ithal edilmekle birlikte, yeni bir panteon düzenlemesine gidiliyor denebilir. Burada, erkek egemen toplumda kadınlara tanrıça bile olsalar verilebilecek payenin ancak "güzellik ve aşk" ya da "bereket ve verimlilik" olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Venüs yıldızı, Afrodit'i simgeliyor Eski Yunan'da. Yani, çapkın güzellik ve aşk tanrıçasını. Ama Yunanlıların Afrodit'inde, İnanna'nın, İştar'ın ya da Hathor'un karizmasından iz yok. İnanna ile ilgili birikimlerin parçalandığını, kopuk izlerin bazılarının farklı tanrıçalara serpiştirildiğini görüyoruz. Sözgelimi, onun savaşçı yönünü Athena alıyor. Bununla birlikte, Afrodit ile ilgili yunan anlatılarında ilginçlikler de yok değil: Söz gelimi, onun çok sonradan Kıbrıs üzerinden Olimpos'a gelmiş bir "Eski dünya" tanrıçası olduğundan ve Zeus'un onun panteona almazlık edemediğinden söz ediliyor. Ama, İ.Ö 1000 dolaylarında artık bizim sihirli tanrıçamızın bilinçli bir biçimde silinmeye çalışıldığı dikkatli gözlerden kaçmıyor.  



                              

Bundan sonrası, "bilgi kaybı" sürecinin en trajik ve en sevimsiz dönemleri. Semavi dinlerin devlet yapıları içinde örgütlenerek bilinen dünyaya egemen olmalarından sonra artık kadın figürleri ancak "figüran" olabiliyor yeni inanç sistemlerinde. Onlara "Annelik" yakıştırılıyor (Meryem Ana) ya da doğru yola dönen fahişe olabiliyorlar (Maria Magdelena.) Ama ilginçtir, her ne kadar "tek tanrılı" dense de, semavi dinlerin içinde "panteon ruhu"nun bütünüyle yok edilemediğini görüyoruz - Trinity (hıristiyanlıktaki Baba - Oğul - Kutsal Ruh üçlemesi) ya da "Melekler" bunun göstergeleri.

                            

                       




   Orta çağ, yani antik Dünya bilgeliğine ilişkin neredeyse bütün bilgilerin din adamlarınca sistemli biçimde yok edilip silinmeye çalışıldığı dönem, bilgi birikiminin büyük bir direnişinin de tanığı. Ne var ki bu, son derece trajik bir direniş. Eski bilgelik bir kısım druid (Ortaçağ Avrupa'sında Kelt ve Cermen kökenli pagan rahip) gruplarınca yaşatılmaya çalışılırken, kadın bilgeliğinin ve İnanna/İştar/Hathor geleneği ve birikiminin de kadın paganlarca saklanmaya, nesilden nesile aktarılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Yazık ki sayıları zaten çok az olan bu "bilgi saklayıcı"lar, yine din adamlarının sistemli örgütlenmeleri sonucu oluşan engizisyon elinde işkence edilip öldürülüyorlar birer birer. Elimizdeki "cadı masalları" bu bilge ve yürekli kadınların bilgiye sahip çıkıp yaşatma çabalarından ibaret.

                                         
                            


  Sonuçta, bunca çileye karşın bugün etkinliğini ve çekiciliğini yitirmemiş bir "kadın kültü" yeniden doğrulmaya çalışıyor. Andığımız ana çizginin dışında, Hint kültüründe Tara, Asur ülkesinde Astarte, Çin'de Kwan Yin ve daha nice "İnanna varyantı" yalnızca bir rastlantı ya da "sıradan bir mit" olabilir mi? Modern araştırmacılar, iz sürüyorlar inatla. İnanna/İştar/Hathor kültü, efsanevi yitik kıta Atlantis'ten taşınan bir mit miydi, yoksa Sitchin'in iddia ettiği gibi on binlerce yıl önce dünyaya egemen olan Anunnakiler panteonundaki bir kadın kahramanı mı vurguluyordu, bilemiyoruz şimdilik. Ama çember gittikçe daralıyor. En azından, şunu söyleyebiliriz: İnanna, bu dünyanın inkar edilemeyecek gerçeklerinden biri. Amazon hikayelerinden cadı efsanelerine; koruyucu kadın perilerden baştan çıkarıcı dişi cinlere dek binlerce mit bile üstü örtülemeyecek bir "varlığın" işaretçisi.


 http://www.angelfire.com 






Beyninizin içinde neler var?



Beyin





Beyninizin içindeki bölümleri, organları merak ediyor musunuz? BBC 

Focus dergisinde yer alan habere göre işte beyninizin içindeki bölümler ve işlevleri:


Allen Enstitüsü'nde görevli araştırmacılar insan beynini inceliyor ve buradaki genlerin aktivitesini ölçerek şizofren, otizm gibi çeşitli hastalıkların nedenlerini bulmaya çalışıyor.

BBC Focus dergisinde yer alan habere göre işte beyninizin içindeki bölümler ve işlevleri:

Dorsolateral prefrontal korteks: Bir araştırma bu yapının şizofren hastalığı için bir sorunlu 
bölge olabileceğini iddia ediyor. Allen Enstitüsü'nün aletleri kullanılarak, bilim adamları düzinelerce şizofrenle ilişkili genlerin göreceli aktivitesini burada test edebiliyor.

Entorhinal korteks:    Enstitüde görevli bilim adamları tarafından yapılan bir analiz, bireyin genetik geçmişinin bu gibi beyin bölgelerindeki hafızayla bağlantılı aktivite şablonlarını etkileyebildiğini ortaya çıkardı.

Amigdal: Allen Enstitüsü'nde görevli araştırmacılar ve işbirlikçiler duygu, korku ve saldırganlığında dahil olduğu bu yapının uykusuzluk nedeniyle birbirinin içine girdiğini tespit ettiler. Fareler uzun süre uyanık bırakıldıklarında strese tepki vermenin de içinde olduğu bu 
bölgedeki bazı genlerin aktivitesinin arttığı belirlendi.

                       

      
                       



Hipokampüs: Beynin anatomik haritaları tipik olarak hipokampüsü (öğrenme ve hafızadan sorumlu) 4 ara bölgeye ayırmıştır. Fakat, daha çok ara bölgenin bulunduğu farelerin hipokampüsündeki gen aktivitesinde büyük farklılıklar var.


Celebral cortex: Beyin kabuğu, beyin korteksi olarak da bilinir, istemli hareketlerin denetlenmesinden, duyuların birleştirilip yönlendirilmesinden, yüksek düzeydeki zihinsel veduygusal işlevlerin düzenlenmesinden sorumlu olan en dış tabakası.

Corpus callosum: Beynin her iki lobu arasındaki bilgi iletişimini sağlayan sinir lifi demetinden oluşan yapıdır.

Cerebellum - beyincik: Beyincik hareket ve denge merkezidir. Vücutta meydana gelen değişiklikler, sinirler ile beyinciğe bildirilir. Beyincik, dengeyi ayarlamak kasların gerekli hareketi gerçekleştirmesini sağlar.

Brain stem - Beyin sapı: Beyin sapı iç organlar ile beynin bağlantısını sağlayan en önemli bölümdür. Refleks hareketlerinden, kalp atımı ve solunum sisteminin denetimini gerçekleştirir. Görme, işitme ve koklama duyularından beyne giden sinirler beyin sapından geçer.

Thalamus: Beyinde, gelen uyarıların dağıtım merkezi olarak çalışır.

Hypothalamus: Talamus'un altında yer alan hipotalamus, çekirdekleri aracılığıyla vücutta birçok endokrin, metabolik ve somatik işlevi düzenler, iç organların dış tepkilere göre çalışmasını ayarlayan, acıkma, susama duyularını harekete geçiren merkezler bulunur.






"Kaynak: 

Comodo Türkiye'de!

Comodo

   

    Internet Güvenliğinin Gözde Markası Amerikalı Comodo Türkiye’de...



5 Milyar Dolarlık Piyasa Değeri, 1000’e yakın çalışanı ile Comodo Türkiye’de internet güvenliği alanına yeni bir soluk getirmeye hazırlanıyor.

- Comodo, ABD’de bir Türk girişimcinin sahip olduğu en büyük şirketlerden biri olarak biliniyor.

5 milyar dolarlık piyasa değeri ve 1000′e yakın çalışanı ile dünyanın en büyük güvenlik yazılım şirketlerinden Amerikalı Comodo, Türkiye pazarına giriyor. 10 yıldır Amerika’da faaliyet gösteren yayın grubu TURKOFAMERICA ile anlaşan Comodo, gerek son tüketiciye, gerekse küçük, orta ve büyük şirketlere, resmi kurumlara yönelik geniş ürün çeşidiyle internet güvenliği konusunda hizmet sunacak, bilgi teknolojilerini Türkiye’ye transfer edecek.

Comodo, Amerika’da antivirüs pazarında ”virüssüz internet garantisi’ veren ilk firma olmasıyla da tanınıyor. Dünya genelinde 200 bin işletmede ve 35 milyon desktop kullanıcısının internet güvenliğini sağlayan Comodo, a Aralarında ABD’nin en büyük bankalarından Chase, ABD’de dijital güvenlik protokolü SSL sertifikası pazarında lider durumda bulunuyor.

Comodo son olarak İngiltere’de Network Computing and Computing Security tarafından organize edilen ‘2011 Bilgisayar Güvenliği Ödülleri’ yarışmasında ‘Yılın Anti Virüs Çözümleri’ ile ‘Küçük ve Orta Boy İşletmelere Yönelik Çözümler’ dallarında finale kaldı.

Comodo’nun Türkiye’de piyasaya sunmaya hazırlandığı iddialı ürünlerden biri de kendi mühendisleri tarafından geliştirilen Amerika’da büyük yankı uyandıran PC doktoru Geek Buddy ürünü. Geek Buddy PC kullanıcılarına online veya call center’lar vasıtasıyla ihtiyaç duydukları her türlü programın kullanımında hizmet verecek. ABD’de büyük teknoloji mağazalarında da satışa sunulan ürün ABD’den sonra Türkiye’de de bilgisayar kullanıcılarının beğenisine sunulacak.

Dünya genelinde her yıl yüzde 50 oranında büyüyen Comodo ile Türkiye internet güvenlik pazarı, ürünleri bir Türk girişimciye ait olan bir firmayla ilk kez tanışıyor. Comodo önümüzdeki dönemde dünya genelinde 300 milyon insanın bilgisayarını korumayı hedefliyor.

Şirketin öncelikli hedeflerinden biri de internet güvenliği ile ilgili teknolojinin üretimini iki yıl içinde Türkiye’de de yapabilmek.

Comodo’nun kurucusu ve CEO’su Melih Abdulhayoğlu, ”Amacım sadece Türkiye’ye ürünlerimi gönderip satmak değil. Dünyada internet güvenliği alanının en önemli oyunculardan biri olarak, bütün derdim ABD’den Türkiye’ye teknoloji transferini gerçekleştirmek. Türkiye’de Amerika’dan, Rusya’dan veya farklı ülkelerden teknoloji firmaları var. Fakat büyük çoğunluğu teknoloji transferi yapmıyor. Ürünleri getirip Türkiye’de satıyor, parasını kazanıp ülkesine geri götürüyor. Teknoloji transferine ihtiyaç duymuyor. Comodo’nun kurucusu ve CEO’su bir Türk işadamı olarak ben bu şekilde yaklaşamam. Güvenlik önemli ama daha da önemlisi, benim amacım satış kanalları ile başlangıç yapıp pazardaki duruma göre teknolojiyi Türkiye’ye transfer etmek,” diye konuştu.

Abdulhayoğlu, Comodo’nun internet güvenliği ile ilgili tüm ürünlerini Türkiye’de oluşturulacak altyapı ile Türkiye’de de yapmak istediğinin altını çizerek, ”Hedefimiz Türkiye’de de teknoloji üretimini gerçekleştirmek ve bu teknolojiyi Türkiye üzerinden de Dünyaya satabillmek.Bu alanda endüstriyi oluşturmak amacıyla yola çıktık. Bunun için Türkiye’ye giriyoruz,” dedi.

DEVLET KURUMLARINA VE ÜNİVERSİTELERE ALTYAPI DESTEĞİ

Abdulhayoğlu, Comodo’nun Türkiye’deki operasyonunda teknoloji üretimi konusunda kurumlarla yakından çalışacağına dikkat çekerek şunları söyledi: “Comodo, Türkiye’ye girerken devletin kurumlarına, üniversitelere altyapıda destek olacak. Biz gerekli her şeyi yapacağız ama Devlet ve üniversiteler bu teknoloji için de destek olmalı. Üretime geçeceğimiz zaman, üniversiteler de bu alanda destek olmalı. Çünkü yetişmiş elemana çok büyük ihtiyaç var. Devlet, teknoloji üreten ve satan böyle bir yapıya gerekli koordinasyonu sağlama noktasında destek olmalı. Teknoloji üreten firmaya ilk desteği müşterisi verecektir. Devletin teşviği maddi olarak değil, bu stratejiye destek ve kurumlar arasındaki koordinasyon anlamında olmalı.”

Yaklaşık bir yıldır Comodo ile görüşmelerin devam ettiğini söyleyen TURKOFAMERICA Genel Müdürü Ömer Güneş ise Türkiye pazarının internet güvenliği alanındaki ihtiyaçlarını tespit ettiklerini ve geniş bir ürün gamı ile piyasaya gireceklerini söyledi. Antivirüs yazılımları, dijital güvenlik protokolü SSL sertifikaları ve pazarda büyük bir açığı kapatacak. Bilgisayar kullanımında yaşanan sorunları anından çözen ve 7/24 hizmet veren Geek Buddy ürünleriyle Comodo’nun, Türkiye pazarında büyük ilgi uyandıracağını kaydeden Güneş, “Yaklaşık 6 aydır Comodo ile görüşme halindeyiz. Melih bey, yıllardır tanıdığım başarılı bir Türk girişimci. Yurtdışında ve özellikle ABD’de inanılmaz başarılar elde etmiş bir girişimci. İnternet güvenliğinde marka olan bir firmanın kurucusunun ve CEO’sunun Türk olduğunu ilk öğrendiğimde, hayret etmiş ve gurur duymuştum. ‘Comodo birçok ülkede var, neden Türkiye pazarında direkt satış ve pazarlama ile niye girmiyor?’ diye soruyordum. Bizler, Türkiye pazarının çok geliştiğini ve büyük gelecek vadettiğini, bu pazarda olunması gerektiğini anlattık. TURKOFAMERICA olarak, yaklaşık 6 aydır, PRESSCUBE şirketinin yöneticisi Ertan Turhan ile birlikte pazar çalışmasını yürüttük. Şuan çalışmalarımıza başlamanın mutluluğunu yaşıyoruz,” diye konuştu.

MUCİT ÇOCUĞUN 13 YILLIK MARKASI

Kendisini ”mucit bir çocuğa” benzeten ve ilk elektronik devresini dokuz yaşında yapan Melih Abdulhayoğlu, 1998 yılında İngiltere’de Comodo’yu kurdu. Şirkete Güneydoğu Asya’da yaşayan ve avını stratejik olarak sadece ısırarak öldüren Komodo ejderhasının ismini verdi. Masasında ise her zaman Komodo ejderhasının küçük bir maskotu bulunuyor.

İngiltere’de kısa sürede dijital ortamda veri güvenliği konusunda kendisini ispat etti. 2004 yılında, şirketin merkezini New Jersey eyaletinin Jersey City şehrine taşıdı. ”Neden Silikon Vadisi değil de, New Jersey ? ” sorusuna, ”Biz fon arayan yeni bir girişim değiliz, büyük şirketlerin satın almak için kapısında beklediği bir şirketiz” diye cevap veriyor. Şirketini milyar dolarlar da teklif etseler satmayacağını söylüyor. Gerekçesi ise idealleri… Internet ortamının güvenli bir hale gelmesi, Abdulhayoğlu’nun en büyük tutkusu. Bunun için pazarın hiç alışık olmadığı müşteri dostu uygulamaların sahibi. Aslen Antakyalı olan Abdulhayoğlu, Antakya mutfağına olan hasretini, oturduğu evin yakınlarına açtığı bir restoran sayesinde gideriyor. Üç çocuk babası olan Abdulhayoğlu, 2008′de Ernst & Young tarafından yılın girişimcisi, Security Products Guide’in ”2011 yılı Global Excellence Awards” yarışmasında ”Yılın Girişimcisi” ödülüne layık görüldü. Abdulhayoğlu son olarak Golden Turk Awards yarışmasında juri tarafından En Başarılı Girişimci ödülü ile ödüllendirildi.





Aspirin Bağırsak Kanserini Önlüyor!

Aspirin

İskoçya'da yapılan bir araştırmaya göre; ileri derecede bağırsak kanseri riski taşıyanların her gün aspirin alması kanseri büyük oranda önlüyor.

   İskoçya’daki Newcastle Üniversitesi’nde, risk grubundaki 861 hastayla yapılan araştırmada, günde iki aspirinin iki yıl sonunda bağırsak kanseri vakalarını yüzde 63 oranında azalttığı görüldü.

Araştırma 1000 kişide bir görülen Lynch sendromlu hastalar üzerinde yapıldı. Bu hastaların bünyesi DNA’larındaki bozuklukları belirleyip onarmada zorluk yaratıyor, kanser riskini yükseltiyor. Lynch sendromlu hastalarda özellikle bağırsak, rahim ve mide kanseri daha yaygın olarak görülüyor.

Araştırmada, her gün 600 miligram aspirin verilen birinci grup hastalar arasında 19 tümör vakası ortaya çıkarken, aspirin almayan diğer grupta 34 vaka tespit edildi. Bu, vaka sayının yüzde 44 oranında daha az olması anlamına geliyor.

İki yıl süreyle aspirin alan hastalar içindeki değerlendirmede ise kanser vakalarının yüzde 63 azaldığı tespit edildi. Bu grupta Lynch sendromuyla bağlantılı kanser vakaları da yarı yarıya azaldı.

Araştırmaya öncülük eden Prof. John Burn, İngiltere’de 30 bin Lynch sendromlu yetişkin hasta olduğunu belirterek, "Bu kişilerin hepsine tedavi uygulanırsa 30 yıl içinde 10 bin kanser vakasını ve bu hastalıktan bin kişinin ölmesini engelleyebiliriz" dedi.

Burn, yan etkilere de dikkat çekerek "10 bin kanser vakasını önleme karşılığında 1000 mide ülseri ve 100 felç vakası birçoklarına göre fena bir şey olmaz" diye konuştu.

Prof. Burn, ailesinde bağırsak kanseri geçmişi olanların düşük dozda aspirin almalarını tavsiye etti.



Hücreler DNA'yı mı değiştiriyor?

Hücreler DNA'yı mı değiştiriyor







Edinburgh Üniversitesi Roslin Enstitüsü araştırmacıları ‘retrotransposons’ olarak bilinen genlerin, beyin hücrelerinin DNA’sında küçük değişikliklere yol açtığını keşfetti.


   Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre bu genler, beynin hücre yenilenmesiyle bağlantılı kısmında çok aktif. Genlerin aktif oldukları lokasyonları belirleyebilmekse beyin fonksiyonlarını kötü etkileyen mutasyonları durdurmak ve nörolojik hastalıklarla başa çıkmada önemli rol oynuyor.


    Bilim insanları alzheimer ve beyin tümörü gibi hastalıkların bu genlerle bağlantısını araştırıyor. Dr. Geoff Faulkner “Araştırmalar beynin nasıl işlediği ve beyin hücrelerinin genetik farklılıkları ve değişimleriyle ilgili önemli veriler sağladı. Bu genetik değişimleri iyice inceleyebilirsek, zarar gören hücrelerin nasıl yeniden yapılandırılabileceğini de çözebiliriz” diyor.






"Kaynak: http://www.radikal.com.tr "